9 Kasım 2011 Çarşamba

Even The Rain - Yağmuru Bile


Icíar Bollaín'in yönetmenliğini yaptığı Yağmuru Bile, Bolivya'ya belgesel çekmek için giden bir film ekibinin başından geçenleri anlatıyor. Yönetmen Sebastian (G.G. Bernal) ve yapımcısı Costa (Luis Tosar) Bolivya'ya vardıklarında, Kristof Kolomb'un keşfettiği Cochabamba'da sömürgeciliğe ve köleliğe ilk karşı çıkan rahipler Bartolome de las Casas ve Antonio Montestinos'un hayatını çekip bir an önce ülkelerine dönmek isterler. Bütçeleri çok kısıtlı olduğu için Costa normalde ekipman yardımı ile yapması gereken işleri yerlilere yaptırır, figüranlara çok düşük ücretler öder ve bundan gururla arkadaşlarına bahseder.

Kızıyla beraber belgeselde rol alan Daniel, aynı zamanda bölgede su sıkıntısı yaşayan halka gösterilerde liderlik etmektedir. Daniel, bu gösterilerden birinde tutuklanınca Costa rüşvet karşılığında onu hapisten çıkartır ve bir miktar para vererek film bitene kadar olaylardan uzak durmasını ister. Film bitiminde tekrar hapse döneceği üzerine de hapishane müdürüne söz verir. Çekimler bitince Daniel kaçar ve gösterilerde yaralanan kızını kurtarmak için karısı gelip Costa'dan yardım ister. Filmin başında yerlilere karşı daha duyarlı olan Sebastian, yükselen gerilim yüzünden bölgeden ayrılıp başka bir yerde kalan çekimleri tamamlamak için ısrar ederken, başlarda duyarsız olan ve paradan başka bir şeyi önemsemeyen Costa, Daniel'in kızını kurtarmak için isyancı halk tarafından kapatılan ve polisle çatışmaların yaşandığı mahallelere gider. Eşzamanlı olarak anlatılan iki hikâye de aslında 500 yıl önce olanlar yine tekrarlanmaktadır. Bir zamanlar altın için sömürülen insanlar şimdi su için sömürülmektedir.

Daniel elinde megafon yaptığı bir konuşmada sorar:
-Bundan sonra neyi alacaklar? Nefesimizdeki buharı mı, alnımızdaki teri mi?

Filmin sonunda Daniel Costa'ya kızının hayatını kurtardığı için teşekkür ederken tekrar gelip gelmeyeceklerini sorar. Costa "Hayır" der. Artık emperyalizmin her çeşidi bölgeden çekilmelidir.

1 Kasım 2011 Salı

Yaz Kitapları 2011-1/ Şairin Romanı

Sevgili blog,

Seni çok uzun süredir ihmal ettiğimin farkındayım. Ha bugün, ha yarın derken yaz kitaplarını yazmaya ancak fırsat bulabildim. Bir karabatak olarak, abarttığımın farkındayım. İzleyici sayısına bakılırsa yokluğumda fazla kayıp olmamış hatta katılanlar olmuş, sağolsunlar deyip konuya geçelim.

Şairin Romanı


Hayat ve şiir üzerine bilgeliğin her satırda hissedildiği bir kitap Şairin Romanı. Aynı zamanda güzel sanatlarla uğraşmak isteyenler için neredeyse bir el kitabı, umutsuz anlarda, hayatla didişmenin yorgunluğunda şifa veren bir başucu kitabı... Kitabın birkaç kahramanı olmasına rağmen, ana izlek Gamenn isimli polisin şairleri öldüren bir seri katili yakalamaya çalışması üzerine kurulu. Usta şair Bendag'ın 50 yaşındayken terkedip 100 yaşında ölüme hazırlanmak için döndüğü Anakara'ya ayak basmasıyla başlayan hikâye, şiir filozofu Moottah'ın yirmi yıllık inzivadan sonra çırakları Zeey ve Tagan'la beraber çıktıkları gezide kazandıkları bilgiler ve birbirleri ile kesişen/teğet geçen yollarda ve zamanlarda şekilleniyor. Henüz dillerin farklılaşmadığı bir dönemde, Kızılderili doğa kültürünün, Selçuklu mimarisinin, Bertrand Russel’ın Aylaklığa Övgü’de bahsettiği komünal yaşam ile oluşmuş kentlerin, şiir okunan kahvehanelerin, rüya terbiyecilerinin, ruh sağaltıcılarının birbirinin içinde eridiği bir ütopya. Her ne kadar yazar kitabın bir distopya olduğunu söylese de, özellikle ilk üçte birlik kısmı ütopya olarak okunabilir. Bahsedilen "Yerküre" günümüz dünyası olmamasına rağmen, insanların başarı ve güç hırsı yüzünden bireysel cehennemlere dönüşmesine engel olunamayan bir dünya.

Romanın 15 yılda yazılması ve hayata/şiire/edebiyata dair deneyimlerin paylaşılma ihtiyacının ana hikâyeyi anlatmaktan zaman zaman öne geçmesi sonucu, roman merkezinin aktarımını 200. sayfaya kadar ertelenmesi okuma hızını olumsuz etkiliyor. Yine de sabırlı okurlar bu kitabı keyifle okuyacaklardır. Murathan Mungan "İyi romanlardan akılda en az üç sahne kalmalı" demişti İstanbul Modern'in bahçesinde. Benim aklımda kalanlarsa Moottah, Zeey ve Tagan'ın Haritacı Kaa'nın vücuduna dövme halinde çizdirdiği haritalardan yollarını bulmaya çalıştıkları sahne, Tagan'ın Güçler Dengesi Meydanı'ndaki uçurumun kenarında uçurtma uçurduğu sahne ile Gamenn'in marangozla karşılaştığı sahne.

Altını çizdiğim yüzlerce cümleden biri :
"Her insanın ömründe, kendinden önceki insanların anlamadıklarını anlamanın mutluluğu ve anlaşılmasını kendinden sonraki insanlara devredecekleri bilinmezliklerin kederi vardı. Biz her ne kadar öyle sansak da yaşam günün birinde birilerinin çıkıp tek tek çözeceği sırların bir toplamı değildi. Bütün sırları çözüldüğünde anlaşılıp kapağı kapatılacak okunmuş bir kitap değildi yaşam; yarım kalmış bilmeceleri, hiçbir zaman açıklığa kavuşmamış muammaları, çözülemeyen sırları ve olanca karmaşasıyla da yaşamdı."
Kitapla ilgili başka bir yazı için

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Karamazov Kardeşler- Alıntı

İnsan varlığının en soylu yanı maneviyat inkâr ediliyor; zaferle hatta nefretle reddediliyor. İnsanlar, hele şu son zamanlarda bir özgürlük teranesi tutturdular; neymiş bu peşinde koştukları özgürlük? Yalnızca esirlik ve kendine kıymadan ibaret! Çünkü insanlar, "ihtiyaçlarını tatmin etmeye bak, sen de en yüksek, en zengin kişilerle aynı haklara sahipsin" inancına saplandılar. "İhtiyaçların giderilmesi konusunda hiç çekinme, hatta isteklerini alabildiğine artır!" Bugün herkesin dilinde bu var, özgürlük böyle anlaşılıyor. İhtiyaçları alabildiğine genişletmek hakkı neler doğurur? Zenginleri yalnızlığa ve manevi çöküntüye, yoksulları kıskançlığa, suç işlemeye götürür. Çünkü hak bağışlanırken ihtiyaçların giderilme yolları gösterilmiş değildir. Güya mesafeler kısaltılmakla düşüncelerin havadan iletilmesiyle insanlar birbirine yaklaşır, kardeşlik bağları güçlenirmiş...

15 Temmuz 2011 Cuma

Before The Rain - Yağmurdan Önce



Taraf olmanın neredeyse zorunlu olacağı dönemlere doğru gittiğimizi düşünürken, neden taraf olmamak gerektiği üzerine bir film öneriyorum size. Tabi konu savaşsa... Taraf olmayıp ne yapacağız diyorsanız Alexander Kirkov'un yaptıklarına bakmak yeterli. Milcho Manchevski'nin yazıp yönettiği 1994 yapımı Yağmurdan Önce, "Sözcükler, Yüzler ve Fotoğraflar" adındaki üç hikâyeden oluşuyor. Makedonya ve İngiltere'de geçen  üç hikâye filmin sonunda birbirine bağlanıyor. Alejandro González Iñárritu'nun çoklukla uyguladığı, olayların birbirine bağlandığı ve bir çember oluşturduğu, yapboz (puzzle) filmlerden. Filmde sürekli söylenen "Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir" sözü de buna bir gönderme, çünkü filmdeki bölümler zamansal olarak birbirinin içine geçiyor, doğrusal bir anlatı ile sunulmuyor. 1991-1994 yılları arasında yaşanan Yugoslavya iç savaşının, Yugoslavya gibi farklı etnik ve dini kökenlerden gelen insanların bir arada yaşadığı Makedonya'da yarattığı savaş korkusu ve ister istemez taraf olmanın getirdiği sonuçları görüyoruz. I. Dünya Savaşı'nın da başladığı bu coğrafyada aslında, savaş çıkması istendiğinde, bütün olayların başlaması minik bir kıvılcıma bakar hale gelir. Filmde savaşa dışarıdan bakan ve sadece fotoğrafını çeken bir fotoğrafçının şahsında, tüm seyirci kalanlar eleştirilmektedir. Ünlü yönetmen Theodoros Angelopuolos'un Ulysses Gaze'de yaptığı gibi aydın, sanatçı camiasına bu savaşa karşı aktif rol almadıkları için bir kızgınlık ve eleştiri de var. Filmin sonunda taraf olmanın değil, eski kardeşlik zamanlarındaki gibi davranmanın ne kadar zor olsa da yapılması gereken olduğunu, eninde sonunda ölecek olanın "Kendi çocuğu" olma ihtimalini düşündürtmüş ve öyle davranmalarını istemiştir. 

Buradan sonra okuyacaklarınız film hakkında detaylı bilgi içerir, izledikten sonra okumanızı öneririm.

1- Sözcükler: Makedonya Üsküp'te ilahi güzelliğe sahip bir köyde, tarlada ekinleri ile uğraşan rahip adayı Kiril'in yanına gelen peder, "Yağmur yağacak, sinekler ısırıyor" der. Biraz ileriyi işaret edip "Hatta orada başladı bile" diye ekler. Film boyunca beklenen yağmur, hem gelecek olayların habercisi hem de sıkıntılı havayı rahatlatacak bir kurtarıcı gibi düşünülebilir. Ayinden sonra manastırdaki odasına dönen Kiril bir yabancı ile karşılaşır. Saçları erkek çocukları gibi kesilmiş olan Zamira isimli bir müslüman kızı ile. Kiril sessizlik yemini ettiği için konuşamaz ve Zamira konuştuğunda da anlamaz çünkü ikisi farklı dilleri konuşmaktadır. Konuşamayan, konuşsa da anlaşamayan iki farklı millete aitlerdir, biri Makedon diğeri Arnavut. Ertesi gün Zamira'nın yerini, akrabalarını öldürdüğü gerekçesi ile manastıra aramaya gelen Makedonlara da söylemez Kiril. Manastır rahipleri ertesi sabah kızı bulunca Kiril'i manastırdan kovarlar. Gece olunca yola çıkan Kiril'in yanına peder Zamira'yı verir ve ayrılırken önce yalan söylediği için tokat atar, sonra da kızı koruduğu için sarılır ve iyi şanslar diler. Kiril ve Zamira manastırdan uzaklaşırlar, Kiril önce Üsküp'e kardeşinin yanına, oradan da Londra'ya ünlü bir fotoğrafçı olan amcasına gitmeyi düşündüğünü söyler. Tam "Hiç kimse seni bulamayacak" dediği anda, Zamira'nın dedesi onları ayırır ve kızı döver. Zamira'nın çobanı öldürüp öldürmediğini sorar. Bu yüzden savaş başlamasından korkmaktadırlar. Sonra Kiril'i kovarlar, kız da peşinden gider. O sırada dedesinin adamlarından biri (sonra abisi olduğunu öğreneceğimiz Ali) Zamira'yı vurur.


2- Yüzler:
Londra'da insanların en büyük derdi trafik ve hava şartlarıdır. Oysa kimse savaştan uzak ve medeni bir ülkede yaşadığı için güvende değildir. Bir restoranda yemek yerken de çıkan bir kavganın çatışmaya dönmesi sonucunda insanların yüzleri dağılabilir. Anne savaş resimlerine bakmaktadır. Açlık ve sefalet içindeki insanlara, çoklukla çocuklara ve Madonna'nın kapak resmi olacak fotoğrafına. O sırada gelen telefon ile ayrılmak istediği kocasından hamile olduğunu öğrenir. Öğlen dışarı çıktığında da ağlayan çocukların sesleri kulağındadır. Pulitzer Ödülü sahibi fotoğrafçı Alex'le bir ilişkisi vardır ve Alex Bosna'dan yeni gelmiştir, işinden istifa edip Makedonya'ya dönmek istemektedir. Anne'i de kendisiyle gelmesi konusunda iknaya çalışır. Anne Londra'da kalıp bu savaşta bir taraf tutması gerektiğini söyler.
Alex, "Barış bir istisnadır, kural değil."  der. Anne Alex'teki değişikliğin sebebini  sorar.
- Öğrendim ve yaşlandım.
- İki haftada mı?
- Birini öldürdüm.

3-Fotoğraflar- Üsküp'e dönen Alexander, Mitre'nin yeğeni tarafından elinde silahla karşılanır. Eski sevgilisi Hana'yı görmek ister ama bu kolay olmaz çünkü Arnavutlar da hristiyanların kasabalarına girmesine izin vermemektedirler, birbirlerine selam vermek şöyle dursun düşmanca davranmaktadırlar. Hana'nın evine ziyarete gittiğinde Zamira'nın Hana'nın kızı olduğunu öğreniriz. Zamira'nın abisi, Ali hediyeleri verince kabul etmez, çünkü Alex onlardan biri değildir. Eve geldiğinde Anne'e bir mektup yazar. Alex Bosna'da milislerden biriyle dost olmuştur. Ona heyecan olmadığından söz edince adam esirlerden birini çıkartır ve gözlerinin önünde öldürür. Alex bunu fotoğraflar. Bu fotoğraflarla bir insanı öldürmüştür. İstifa edip memleketine dönmesinin sebebi de budur. Ertesi gün, kuzeni Bojan'ın ağılında iki kuzu doğurtan doktor kuzeni ile halklar arasındaki hüsumetten bahsederken "Burada kavga için bir neden yok." diyen Alex'e karşılık doktor "Bir neden bulurlar, savaş bir virüstür" der. Ertesi gün Bojan ölü bulunur ve doktor kuzen Alex'e şöyle der:
-İyi savaşlar dilerim. Bol fotoğraf çek.

O gece Hana Alex'ten kızı Zamira için yardım ister. Kadınlara düşkün kuzen Bojan'ı öldürdüğü iddiasıyla yakalanmıştır (ilk bölümde dedesi ile Zamira arasında geçen konuşmalarından Bojan'ın Zamira'ya saldırdığı iması çıkmaktadır) ve ağılda tutulmaktadır. "Kendi kızınmış gibi ona yardım et" der.  Alex ağıldan Zamira'yı kurtardığında, kuzenleri durmasını ve kızı bırakmasını isterler. Alex onları dinlemez ve vurulur. Zamira kaçar ve manastıra saklanır. Alex yattığı yerde, son nefesini verirken, "Gökyüzüne bak yağmur yağacak!"der, belki de savaşın başlayacağını söylemek ister.


12 Temmuz 2011 Salı

In Treatment

In Treatment 1. sezonunda, bir psikiyatristin hastaları ile olan terapi seanslarını, on yıldır görmediği eski terapisti ile buluşmalarını ve özel hayatını anlatan bir dizi. Başrollerinde Gabriel Byrne ve Diane Wiest'in yer aldığı dizinin en büyük özelliği, mekân olarak sadece terapist görüşme odasında geçmesi ve buna rağmen izleyiciyi sıkmadan, merak duygusunu kaybettirmeden izlenmesi. Özgün senaryosu İsrail televizyonlarında yayınlanan "Be Tipul" isimli diziden birebir alınan In Treatment'da haftanın her günü bir hastaya, son günü ise Dr. Paul Weston'ın (Gabriel Byrne), kendi terapisti Gina (Diane Wiest) ile görüşmelerine ayrılır. Hastaların dağılımı ise şöyle; Paul'e takıntı derecesinde âşık olan Laura'ya pazartesi günleri, Afganistan'da üstlendiği görev sonucu masum çocukların ölümüne sebep olan üstün yetenekli savaş pilotu Alex'e salı günleri, intihar girişiminde bulunmuş ergenlik çağındaki jimnastikçi Sophie'ye çarşamba günleri, ikinci bir bebeğe sahip olup olmama konusunda kararsız çift Jake ve Amy'ye perşembe günleri ve Laura'nın aşkı ile evliliği arasındaki kalan Paul'e, Gina ile görüşmesi için cuma günleri ayrılmıştır.
In Treatment, bir dönem ve belki hâlâ mit olan, psikiyatriste, psikoloğa gidince tüm dertlerin çözümleneceği düşüncesini yerle bir ediyor ve şunu söylüyor izleyiciye: Eğer bazı davranışların nedeni öğrenmek ve değiştirmek istiyorsanız, o eylemlerin tüm anlamını yitirebileceğini ve o güne kadar kurulmuş olan dengenin tamamen değişeceğini göz önünde bulundurmalısınız. Çünkü savunma mekanizmalarını veya diğer kalkanları hayat tecrübelerimiz dahilinde oluşturuyoruz ve bunların sebeplerini öğrenmek bir anda sizi amaçsız bile bırakabilir.
David Lynch'in dediği gibi;
"Herşeyin ne anlama geldiğini ya da nasıl yorumlanacağını bilmemek daha iyidir, çünkü aksi takdirde olayları kendi akışına bırakmaya korkarsınız. Psikoloji, gizemi ve büyü niteliğini yok eder. Anlamlardan konuşmak beni çok rahatsız ediyor. Çünkü anlam çok kişisel birşeydir ve herkese göre değişir..."
Yine de izleyin, savunma mekanizmalarınızı ve nasıl aldatıcı olabildiklerini görün derim...

19 Haziran 2011 Pazar

500 Days of Summer


---Dikkat sürprizbozan içerir---

Marc Webb'in yönettiği 500 Days of Summer'da, Summer isimli kıza umutsuzca aşık olan Tom'un hikâyesi anlatılıyor. Tom aynı işte çalıştığı Summer'dan ilk görüşte etkilenmiştir. Arkadaşlarının "biraz burnu büyük" yorumu ile ufak bir hayal kırıklığına uğrasa da Summer'ı tanıdıkça kendini ona aşık olmaktan alıkoyamaz. Summer farklıdır, mesafelidir ama aslında çok sevimli ve espirilidir, müzik zevkleri ortaktır, beraber çok eğlenirler ama yetmez. Onlar da "Yetmez ama evet" derler bir süre için.

Filmin başında dediği gibi bu bir aşk hikâyesi değil, "aşk" hakkında bir hikâye. Her aşk biraz karşılıksızdır. Hep bir taraf daha fazla sever. Başka bir deyişle bir taraf hep daha az sever. Eğer neden diyorsanız, filmlerde, televizyonlarda mutlu çiftler, tek taşlar, boy boy çocukları olan güzel aileler görüp aklınızdan "benim de bir karşılıklı aşkım olsa" diye geçiriyorsanız, annenize "benim niye yok, bizde neden olmuyor" diye soruyorsanız, bu filmi izleyin derim. Summer'ın Tom'un hayatına girişini (t=0 anı) 1.gün olarak alıp, hayatından ve kafasından çıkarabildiği 500. güne kadar yaşadıklarını ileri geri gidişlerle anlatıyor.

Başlarda Summer'da eksik olan Maria Puder'in de dediği gibi aşka inanmak. Fakat Maria, Raif'in aşkının büyüklüğü karşısında ona aşık olduğunu kabul etmek durumunda kalmıştı. Summer ise hissettiği boşluğu Tom'un dolduramayacağından emin olunca ayrılmaya karar veriyor. Tom hayatını geçirmeyi düşündüğü kadın tarafından neden terkedildiğini anlamaya çalıştığı ve hayatını tamamen değiştirdiği bir döneme giriyor.

Filmin müzikleri çok güzel, zaten Tom'un böyle olmasına da depresif İngiliz grupları sebep olmuş, dikkat diyelim. :)

26 Mart 2011 Cumartesi

Nuovo Cinema Paradiso

Hayatın bahşişlere aç, paragöz yer göstericisi; onun yerine, muhtemelen depreme dayanıksız, bir apartman oturttu... Atilla Atalay - Çiğdem Sineması

19 Mart 2011 Cumartesi

Motosiklet Günlükleri

"Ben artık eski ben değilim." Ernesto Guevera
23 yaşındaki Ernesto Guevera de la Serna tıp okulundan cüzzam uzmanı olarak mezun olmak üzeredir ve biyokimyager olan arkadaşı Alberto Granada ile onun 30. doğumgününü kutlamak için Latin Amerika'nın içlerine doğru bir motosiklet yolculuğuna çıkarlar. 4 Ocak 1952 yılında başladıkları bu yolculuk esnasında yaşadıkları her ikisini de etkiler ama Ernesto'yu dünyadaki haksızlıklar üzerine daha fazla düşünmeye iter.

Filmin başında ve sonunda da belirtildiği gibi, bu film büyük eylemleri açıklayan bir öykü değil. Dünya politik tarihinde var olmuş çok önemli bir insanın, hayata bakışını oluşturmaya başladığı, yaşamının önemli bir kesitini içine alan bir yolculuğu anlatıyor. Nasıl oluyor da, filmin başında Alberto'nun şaka yollu söylediği "silahlı devrim yapalım" sözüne karşı çıkmışken, yolculuğun sonunda apayrı bir yola gidişinin sebeplerini anlamamızı sağlıyor. Her değerli yolculukta olduğu gibi fiziksel olmasının yanı sıra içsel bir yolculuk da anlatılıyor. Filmin ilk kırk dakikasında içsel olarak bir değişim yaşanmıyor (bunun için de filmin içine girmek oldukça uzun sürüyor) Lorca ve Neruda şiirleri eşliğinde açlık, hava ve doğa ile mücadelelerini, motorları La Poderosa'nın sık sık bozulmasını izliyoruz. Bu süre, yolculuk güzergâhını anlatma amacı ile fazlaca uzun olmasına rağmen karakterleri başlarından geçenler aracılığı ile tanıdığımız bir bölüm. Alberto daha tatlı dilli ve çıkarlarına uygun hareket eden, eğlenceye düşkün, tabiri caizse "fırlama" kişiliği ile fiziksel yolculuğun pilotu konumunda, Ernesto ise insanları kırma pahasına gerçek fikirlerini söylemekten çekinmeyen ama astımlı olmasına rağmen ilaçlarını karşılaştığı insanlarla paylaşabilecek kadar ince bir ruha sahip.

Ernesto'nun sevgilisi Chinchina'dan kötü bir mektup alması da kendisini etrafındaki insanlara adamasında etkili olur. Çünkü artık geri döneceği bir sevgilisi yoktur. Atacama Çölü'nde iş bulmak için yollara düşmüş, topraklarından kovulmuş komünist bir karıkocanın anlattıkları, gözlerindeki tedirginlik ve arkadaşlarının polis tarafından alınıp, okyanusa atılmalarından etkilenir. Peru'da toprak sahipleri tarafından kovulan çiftçilerden, Şili'de İnka uygarlığının kalıntılarının üzerine yapılan çarpık yapılaşmadan etkilenir. Lima- Peru'da Dr. Hugo Pesce'nin evinde kalırlar ve oradaki hastanede incelemeler yaparlar. Dr.'dan bazı politik kitaplar alır ve yollarına devam ederler.

Rugby oyuncusu olan Ernesto'ya saldırgan oyun tarzı yüzünden "fuser" lakabı takılmıştır ama filmde bu saldırganlık ve öfke ile ilgili gördüğümüz tek şey, madende çalışmak için işçi seçen adamın kamyonuna (o da hareket ettikten sonra) taş atması. Oysa biz Abbas Güçlü ile Genç Bakış'ta bile daha öfkeli arkadaşlar gördük, demek ki o zamanlar Ernesto üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlemiyormuş diye düşünelim...

Alberto ve Ernesto San Pablo'daki cüzzam kolonisine varınca esas büyük değişim başlar. Oradaki hastalarla olan ilişkileri, onlar için yaptıkları ile hastalar tarafından da çalışanlar tarafından da çok sevilirler. Koloniden ayrılmadan önceki gece Ernesto'nun doğumgünüdür ve bir kutlama yapılır. Hastalar ile çalışanlar bir nehrin iki farklı kıyısındadırlar. Ernesto doğumgününü kutlamak için hastaların yanına da gitmek ister ama görünürde kayık yoktur. Astımlı olmasına ve daha önce bu nehri kimsenin yüzerek geçememiş olmasına rağmen, kendini gecenin karanlığında soğuk sulara bırakır. Bu gelecekteki yapacakları için de bir temsildir. Kimsenin cesaret edemediği bir nehire (emperyalizm ile savaş) üstelikte astımlıyken (yeterince gücü yokken), hastalar (ezilenler) için atlayıp onların yanında olmak isteyen bir burjuva çocuğu. Karşı kıyıda sevinçle karşılanır ve ertesi sabah Kolombiya'ya doğru yola çıkarlar. Bu koloni Ernesto'nun "Che" (dost, kardeş) olduğu yerdir.

Karakas'tan ayrılırken Alberto, gelecekle ilgili planlarından bahseder ve Ernesto'yu da çalışacağı yeni hastaneye davet eder. Ernesto ise "Uzun uzun ve ısrarla düşünmem gereken şeyler var" der. "Çok fazla haksızlık var, değil mi?" diye ekler.
1967'de idealleri uğruna Bolivya'da savaşırken, öldürülür.

18 Mart 2011 Cuma

Öpücük Balığı

Çocukmuşuz biz... O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bi kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet... Dünyanın zillerini çalıp vınn kaçıyoruz...
Atilla Atalay

17 Mart 2011 Perşembe

Üvey

Anlatırken değişir yaşanan. Anlatırken anlatanın istediğine döner her şey. Hiçbir şey yeniden yaşanmaz anlatırken, ilk kez oluşur, başka şeylere dönüşür derken... Onur Caymaz

5 Mart 2011 Cumartesi

Garage Olimpo

"Bütün bu kökü dışarıda fikirleri kafanızdan sileceğim." - Felix
 Maria, 70'li yıllarda on sekizinde Buenos Aires'te Fransız annesi ile yaşayan, bir örgüt altında politize olmuş ve varoş mahallelerinde fakirlere okuma yazma dersleri veren bir kızdır. Büyük ama eski bir evde, kendisine aşık olan kiracıları Felix ile birlikte yaşamaktadırlar. Maria onun aşkına karşılık vermez. O sıralar askeri dikta yönetimdedir. Bir gün Arjantin ordusundan askerler eve gelir ve Maria'yı tutuklarlar. Annesi onu nereye götürdüklerini sorduğunda 23. No'lu Polis Karakolu'nu söylerler ama oraya kızını aramaya gittiğinde "orada olmadığını" ve "isyancıların" kızı kaçırmış olduğunu söylerler. Oysa kız Olimpo Garajı denilen garaj görünümünde ama gözaltındakilere işkence yapılan bir yere götürülmüştür. Maria'yı konuşturmak için yapılan işkenceler sonuç vermeyince, komiser bu konuda uzman olan birini görevlendirir ki bu, bir garajda çalıştığını sandıkları kiracıları Felix'ten başkası değildir. Felix onu nispeten korumaya çalışır ama diğer taraftan da Maria'nın dışarıda onunla birlikte olmadığını unutmaz. Uyum sağlayan mahkumlar garajda çalıştırılırlar, arabaları tamir eder ve temizlerler.

"Korkunu belli etmemen gerek. Mutluluk, umutsuzluk, üzüntü... Hepsini gizlemelisin."
Felix ve diğerleri gözaltına aldıkları insanların kıyafetlerine, ayakkabılarına ve saatlerine el koymaktadırlar. Hatta anne-kızın evine göz diken Texas (askerlerden biri) Maria ile görüştüreceğini söyleyerek evi kendi üstüne geçirir ve anneyi şehrin dışında bir yerde öldürür. Bir gün Felix Maria'yı gizlice dışarı çıkarır. Parka giderler ve Maria salıncağa biner. İşkence görmüş insanların belki de özledikleri en önemli şeydir masumiyet.

Kötülük insanın doğasında olan bir kavramdır, iktidar sahiplerince göz yumulduğu ve ayrıcalık tanındığı durumda, okulda öğrencilerin alt sınıflara zorbalığına, ailede büyük kardeşin küçüğüne, toplumda erkeğin kadına şiddetine ve devlet güçlerinin halka eziyet etmesine dönmesi çok kolaydır. Filmde de böyle olur. Kötülüklerine bir amacı kılıf edinen ve kendilerini bu denklemde "iyi" çıkaran "güçler" hayatlarına mutlu devam ederler.

Zamanı gelen tutuklulara "aşı" yapılarak, cezaevlerine gönderilmek üzere askeri uçaklara bindirilirler. Biliriz ki onlar hiçbir zaman hapishanelere ulaşamayacaklardır, bize de yabancı bir olay değildir bu. Arjantin'de 1976-1982 yılları arasında 9000-30000 arasında kişinin gözaltında öldüğü tahmin edilmektedir ve suçlular hâlâ dışarıda dolaşmaktadır. Bu film tüm dünyadaki Cumartesi Anneleri'ne adanmıştır.

3 Mart 2011 Perşembe

Pablo ve Dosto

Suç ve Ceza'da Raskolnikov'un can dostu Vrazumihin, Rodya'nın annesi ve kız kardeşini kaldıkları pansiyona götürürken, hem sarhoşluğun tesiri hem de Dunya'ya çarpılması sonucu, nefesalmadan kendinden ve görüşlerinden bahseder. Evinde bir parti vermiştir. Bir takım insanlar bir araya gelmiş ve tartışmışlardır.

-Onlara palavra savurdukları için mi kızıyorum sanıyorsunuz? Saçma! Ben yalanı severim! Yalan insanların bütün öteki yaratıklara karşı biricik üstünlüğüdür! Yalan söylersin ve böylece gerçeğe ulaşırsın! Ben yalan söylediğim için insanım. Önceden on dört kez, hatta belki yüz on dört kez yalan söylemeden hiçbir gerçeğe ulaşılmamıştır ve bu kendine göre onurlu bir iştir. Oysa biz yalanı bile kendimiz kıvıramayız! Bana bir yalan söyle, ama bu yalan senin olsun, senin uydurduğun bir şey olsun, alnından öpeyim! Kendine ait bir yalan başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha iyidir. Birincisinde sen bir insansın, ikincisinde ise bir papağan! Biz şimdi neyiz? Biz şimdi, ayrıcalıksız hepimiz, bilimde, gelişmede, düşüncede, buluşta, ülküde, istekte, liberalizmde, akılda, tecrübede, her şeyde, her şeyde, her şeyde daha kolej hazırlık sınıfındayız! Başkalarının aklıyla yetinmek hoşlarına gidiyor, alışmışlar bir kez!


Bunu okuyunca aklıma Pablo Picasso'nun şu sözü geldi:
-Hepimiz biliyoruz ki, sanat doğruluk alanına ait bir şey değildir. Doğruyu –en azından, anlamamız için bize dayatılan doğruyu– fark etmemizi sağlayan bir yalandır sanat. Sanatçı, yalanlarının doğruluğuna başkalarını ikna edecek yolu bulmalıdır.
Yalanı kötü bir şey sanıyordunuz değil mi?

27 Şubat 2011 Pazar

83. Oscar Tahminlerim

En iyi film:
Inception

En iyi yönetmen:
Darren Aronofsky

En iyi kadın oyuncu:
Natalie Portman

En iyi erkek oyuncu:
Colin Firth

En iyi yardımcı kadın oyuncu:
Fikrim yok.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:
Geoffrey Rush

En iyi orjinal senaryo:
Inception

En iyi uyarlama senaryo:
The Social Network

En iyi sinematografi:
Black Swan

En iyi kurgu:
Inception

26 Şubat 2011 Cumartesi

Black Swan ve La Pianiste


Spoiler içermektedir. İzlemeyenlerin okumasını tavsiye etmem.
Bu senenin Oscar ödüllerine beş dalda aday olan Black Swan, Kuğu Gölü Balesi'nde baş dansçıyı oynamak üzere seçilen Nina'nın hikayesini anlatıyor.  (Beyaz Kuğu Prenses Odette'in sevgilisi Prens, Siyah Kuğu Odile tarafından baştan çıkartılır ve Prenses bir kuğu bedeninde hapis kalır.) Nina oldukça yetenekli bir dansçıdır. Annesi de eski bir balerindir ve 28 yaşında Nina'ya hamile kalınca baleyi bırakmak zorunda kalmıştır. Annesinin aşırı baskıları sonucunda Nina "kusursuz" bir dansçı olmayı takıntı haline getirir. Kendine ve annesine zarar vermeye başlar, kontrolünü kaybeder ve çeşitli yanılsamalarla boğuşur.

Michael Haneke'nin La Pianiste'ini izleyenler bu konuyu hatırlayacaklardır. Baskın annesi tarafından mükemmel olmak için yetiştirilen ve çok iyi bir piyanist olan Erika, bastırılmış duygularını tatmin edebilmek için öğrencisi Walter'la tehlikeli bir oyuna girer ve kıskançlık sebebi ile en başarılı öğrencisinin yaralanmasına sebep olur. Öğrenci-öğretmen ilişkisi Black Swan'da da Nina'nın balenin sanat yönetmeni  Thomas'ya aşık olması ile kendini gösterir.  Her iki karakter de (Nina+Erica) ruhlarındaki baskıya karşılık bedenlerine acı vermektedirler. Her ikisinin de hiç arkadaşı yoktur.

Hikâyenin buradan sonrası değişmekte; Nina hem Beyaz Kuğu'yu hem Siyah Kuğu'yu oynamalıdır. Beyaz Kuğu için çok uygun olan Nina, Siyah Kuğu için kendi iç dünyasında da bir değişime uğramalı, annesinin kontrolünden çıkıp hayatın diğer boyutlarına karışmalıdır. Erika ise artık kontrol edilemez tutkusu ile Walter'ın da dengesini bozmuştur ve şiddete maruz kalır.

İki filmin sonu da benzerlikler gösteriyor. Erika öğrencisinin yerine piyano resitaline çıkacağı akşam kendisini omzundan bıçaklar, gösteriye çıkmaz ve gösterinin yapılacağı binayı terk eder. Nina da perde arasında kendi yansıması ile girdiği bir mücadelede kendisini kırılan cam parçalarından biri ile karnından yaralar( bıçaklar) ve rolünde çok başarılı bir şekilde dans eder ve son sahneye kadar kimi yaraladığını anlamayız.

Sonuç olarak iki konu birbirine yakın olsa da Darren Aronofsky'nin bazı yerlerde insanı oldukça rahatsız eden çekimler yaptığını söylemeliyim.



Bir mim ve bir ödül

O.K.A.- MAVİ TUTKU  Yaşamın Geniş Özeti'ni okumayı en sevdiği bloglar arasında gösterip ödüllendirmiş. Çok teşekkür ediyorum. Benim sevdiklerim ise sağda. Sevgili İmge de mimlemiş, ona da teşekkür edip, hemen sorulara geçiyorum.

1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:
Şöyle güzel ve yoğun bir şekilde kar yağıp, yolları kapatırsa hem sevinirim hem de şok yaşarım. Böylece işe kısa bir mola vermiş oluruz üstelik de yıllık izni kullanmadan :)

2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:
Pek öyle bir şey olmuyor, yani alamadığım bir şey uykumu kaçırmaz ama henüz aldıklarımı bitiremediğim için yeni kitap alamadığım zaman gün içinde aklıma geliyor. Bu duruma rağmen ertesi günlerde alıp, okumak için kendi kafamda olan sırayı sık sık bozduğum da oluyor.

3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:
Çok tatlı düşkünü olmamama rağmen güzel bir elmalı turta yanında çay :)

4-Uğurun var mı, uğurun?
Yok.

5-Kendine en yakıştırdığın renk:
Gülüş pembesi.

6-En sevdiğin takın:
Küpeler, bayılırım küpeye ve çeşit çeşit yüzükler tabi :)

7-Takıntın?
Günlük planlarımın sekteye uğraması rahatsız eder.

8-Bavulum çoktan hazır, gitmek istediğim şehir, ülke?
Trenle Eskişehir...

9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:
Deniz Seki- Sahici
Zaz- Les Passants
Concha Buika- No Habra Nadie En El Mundo

10-Solunda ne var?
Televizyon, koltuklar ve pencereden gözüken karşı apartmanların manzarası, La Pianiste dvd'si.

Ben de mim'i yollayayım aslında baştan karşı olmama rağmen eğlenceli geldi. Efendim bu mim'i MomentosHayal KahvemSonbahar da cevaplasın isterim.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Eski bilinmezlik, yeni tanıdıklık

"Eski iyi şeylerle değil, yeni kötü şeylerle işe başlamak yeğdir." Bertol Brecht

"Yarın düşüncesi olmayan biri, hangi yöne bakarsa baksın, bilinmeyeni değil yalnızca tanıdık olanı arar." Aslı Erdoğan- Taş Bina ve Diğerleri

* Resim: Alex Andreyev

15 Şubat 2011 Salı

Yaklaşık Olarak Mutlak - Gökhan Özgün

Eski zaman. O zamanlar, 'aşka âşık olmak' henüz bir kadın dini haline gelmemişti.
Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı.

Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü.

O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum.

İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz.

Küçücük bir sınıf.

Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar.

O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş.

Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir.

Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor.

Görünmeye çok alışmış.

Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor.

Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi.

Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor.

O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış.

O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına.

Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'.

Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak.

İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak.

O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor.

"Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana."

O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor.

"Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?..

Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular.

Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar.

Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından'

memnun, mesut, sırıtıyor.

Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor.

O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor.

Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi.

Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim.

Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim.

Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum.

Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır.

'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince.

O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için.

Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin.

O gün ben de güldüm sana. Affet beni.

Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum.

"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar."

İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşsiz bir sevgililer günü hediyesi.

İki gün rötarla…

Gökhan Özgün/Radikal - 17/02/2008

20 Ocak 2011 Perşembe

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği-Milan Kundera



Milan Kundera'nın bu çok ünlü romanında, birbirinden farklı ama bağlantılı dört karakterin özelinde inançlar, geleneksellik, varoluşçuluk, aile ve otorite ile olan ilişkileri ve yaşadıkları coğrafyanın faşist sol düzleminde hayatların nasıl bir hal aldığı anlatılmaktadır. İnsanın varolabilmesi için tüm bağlardan kurtulup hafiflemesi gerektiğine inanan, hatta bu uğurda oğlundan bile uzaklaşabilen, doktor Tomas, annesinin üstündeki yoğun etkisinden kaçarak kurtulan ama bu sefer de Tomas'a derin bir bağlılık geliştiren Tereza, Büyük Yürüyüş'te zorunlu olarak bulunan ve nefret eden, ihaneti yaşam biçimi haline getiren ressam Sabina, Sabina'ya ve temsil ettiğini düşündüğü değerlere olan hayranlığı yüzünden kendini tehlikeli bir yolculuğa atan, karısı ve kızı tarafından ezilen akademisyen Franz.
Bundan sonrasını kitabı okumayanlar için spoiler içermektedir. Kitabı okuduktan sonra okumaları tavsiye olunur.
Romanın sonunda görürüz ki her karakter farklı yönde bir gelişim gösterir. Tomas yazdığı bir yazı yüzünden mesleğini bırakmak zorunda kalır ve yaşadıkları onu bağlanmaya iter, Tereza içsel bağlarından kurtulur ve özgürleşir, Sabina kendisini seven insanların arasında yeni bir hayat kurar, Franz ise katıldığı yolculukta saldırıya uğrar ve ölümle buluşur.


I- Ağırlık ve Hafiflik
"Bir kere olan şey, hiç olmamış sayılır." (Einmal ist keinmal) Alman özdeyişi
- Eğretilemelerle oyun olmaz. Tek bir eğretileme aşkı doğurabilir.
- Sevecenlikten daha ağır bir şey yoktur dünyada. Kişinin kendi acısı bile, başkasıyla başkası için hissettiği imgelemle yoğunlaşan ve yüzlerce yankıyla uzadıkça uzayan bir acı kadar ağır çekemez.
"Es muss sein!" Olmalı!
II- Ruh ve Beden
-Roman kişilerinin bir zamanlar gerçekten yaşamış olduklarına okuyucuyu inandırmaya çalışmak yazar açısından anlamsız bir çabadır. Ana rahminden çıkmamıştır roman kişisi; şu ya da bu sözcüğün itici gücünden ya da temel bir durumdan doğmuşlardır.
- Tereza'nın gözünde kitaplar gizli bir kardeşlik bağının işaretiydi.
-(...) bir olay kendisini hazırlayan rastlantıların sayısı oranında önemli, anlamlı ve dikkate değer değil midir? Rastlantıların sadece rastlantıların söyleyecek bir sözü vardır bize. Gereklilikten doğan olmasını beklediğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir. Sadece rastlantı bir şeyler söyler bize.
- Ruhunun tayfaları bedeninin güvertesine fırlayıp çıktılar bir anda.
- Birey güzellik duygusunun önderliği altında, rastlantısal bir olayı motife dönüştürür, giderek bu motif bireyin yaşamının örgüsünde değişmez bir yer kazanır.
   Tomas'ın dünyasına giriş biletiydi kitap.
   Göz gözü görmeyecek kadar yoğun ve içinde sadece kendi çığlığını duyabildiği bir sise dalmıştı Tereza.
- Üniversite mezunu ile kendi kendini yetiştirmiş kişi arasındaki fark, bilgi düzeyinden çok dirim gücü ve kendine güven düzeyinin yüksekliğinde ortaya çıkar.
- Gözü "daha yükseklerde bir yerde" olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini hesaba katmalıdır. Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız.
- Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.
- Güçsüzlüğünün farkına varan bir kişinin güçsüzlüğüne karşı çıkmak yerine ona boyun eğmeye karar vermesi... Göz kararmasına güçsüzlerin esrimesi de diyebiliriz.
III- Yanlış Anlaşılan Sözcükler
- Seçmediğimiz bir şeye kendi erdemimiz ya da başarısızlığımız gözüyle bakamayız. Kadın olarak doğmaya isyan etmek ona göre bundan gurur duymak kadar aptalca bir şeydi.
   İhanet setleri yıkmak ve bilinmeyene doğru başını alıp gitmek demektir.
   Sözcüklerle dolu bir sürü sayfa; mezarlıklardan daha yaslı yerler olan arşivlerde üst üste birikiyor. Yaslı, çünkü oraları kimse ziyarete gitmiyor.
" Sevgi insanın gücünden vazgeçmesi demektir" Franz
- (...) yaptığımız işlere başkasının gözü değdiği an; ister istemez o göze hoş görünmeye çalışırız ve yaptığımız hiçbir şey dürüstçe olmaz.
- Olacak olmalıydı.
IV- Ruh ve Beden
- Aslında gerçekten ciddi sorular bir çocuğun bile dile getirebileceği sorulardır.
- (...) kaldı ki aşklar da imparatorluklar gibidir; üzerine dayandırıldıkları düşünceler unufak olduğunda onlar da silinir gider.
V- Ağırlık ve Hafiflik
- İltifat karşısında nasıl da savunmasızdı (Tomas).
- Aşk bir eğretilemeyle başlar. Yani bu şu demektir ki aşk bir kadının, dilindeki ilk sözcükle şiirsel belleğimize girmesiyle başlar.
- Sessizlik aralarında bir ızdırap gibi uzanmıştı.
VI- Büyük Yürüyüş
- Kitsch, insan varoluşunda temelden kabul edilemez olan her şeyi kapsamı dışına atar.
- Yürek konuştuğunda, akıl karşı koymayı yakışıksız bulur. Kitsch'in egemen olduğu yerde kalbin diktatörlüğü hüküm sürer.
- İnsanların rol yapmaya lanetlendikleri durumlar vardır.
VII- Karenin'in Gülümseyişi
- Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığı ile özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı onun merhametine bırakılmışlara davranışında gizlidir.
- Belki de sevemememizin nedeni çok sevmek istememiz, yani karşımızdaki kişiden hiçbir istekte bulunmaksızın, ondan onunla birlikte olmaktan başka bir şey istemeksizin kendimizi ona verecek yerde, ondan bir şey (aşk) talep etmemizdir.
- İnsan zamanı bir döngü izlemiyor; onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor. İnsan bu yüzden mutlu olamıyor; mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir.
- Bazen neden olduğunu bilmeden bir karar verirsin de bu karar tersini yapmaya üşendiğin için sürer gider. Her geçen yıl daha zorlaşır değiştirmek.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...