16 Temmuz 2012 Pazartesi

Huzur, Bir Dersim Hikâyesi ve Geçmişin Yükü



Biri Türk Edebiyatı'nın klasiklerinden diğeri Mayıs 2012 basımı iki kitap okudum arka arkaya. İyi edebiyatın geçmişe ayna tutma özelliği de var ve bazen bazı şeylerin ortaya çıkması için üstünden zaman geçmesi, uygun şartların oluşması gerekiyor. İki kitap vasıtası ile Türkiye Cumhuriyeti'nin geçmişten kopup yeni bir medeniyete zoraki geçme aşamalarının etkilerini farklı coğrafyalardaki farklı sonuçlarını görmek mümkün.

Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile beraber en çok bilinen eseri. 1949 yılında ilk baskısı yapılan kitap Aralık 2011'de 19. baskıya ulaşmış. Dört bölüme ayrılmış romanda Mümtaz ile Nuran arasındaki, Tanpınar'ın deyimi dünyanın en basit, adeta bir matematik problemini hatırlatacak kadar basit bir aşk hikâyesini anlatıyor. Olaylar 1937 yılında İstanbul'da İkinci Dünya Savaşı'na girme endişelerinin yarattığı iklimde, Cumhuriyet sonrası modernleşme ile köklerine bağlı kalma arasında bocalayan insanların tartışmaları gölgesinde geçmekte. İstanbul'un aydın kesiminin gözüyle tanık olduğumuz tartışmalarda Mümtaz'ın hem üniversitede hocası hem amcasının oğlu olan İhsan yaşanılan ortamı şöyle özetler: "Tabiî şekilde ihtilâl, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyla olur. Bizde ise hayat ve halk yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde. Hatta çok defa münevver ve devlet adamı bile… Düşüncenin evvelden hazırlanmış yolunda yürümek! En aşağı 1839’dan beri bu böyle… Onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor. Kaldı ki, üzerimizde asırlardan gelen büyük bir terbiye de var. Her şeyi bozan, bizi adeta mahkûm eden bir itiyat… Çabuk vazgeçiyoruz. Müslüman şarkın en büyük hususiyeti budur. Şark vazgeçer. Sade güçlüğün karşısında değil, zamanın, tabiî zamanın karşısında vazgeçer…"

Aynı şekilde Nuran ile Mümtaz arasındaki hayatı nasıl yaşamak gerektiği ile ilgili bir konuşmada da Mümtaz:
"Ümitsizlik, ölümün şuuru, yahut bizdeki terbiyesi... Onun hayatımızdaki bir yığın kıskacı... Dört tarafımızı saran mengene dişleri, ne bileyim. Her hareket, cinsi ne olursa olsun, onun neticesidir. Hatta şu devrimizde olduğu yerde kabuklaşmadan korku var ya... Sevilen şeylerin birbiri peşinden inkârı. Babam gibi olacağım korkusu. Nihayet, ne yapsam bir türlü ölümden kurtulamayacağım." der. Aslında insanın bireysel olarak tüm yaptıklarının ve yöneticilerin ülkede meydana getirmek istedikleri değişimlerin ölüm korkusundan ve babaya benzeme endişesinden meydana geldiğini imâ eder.

Nuran'la Mümtaz'ın aşkına en büyük karanlığı düşüren ise onları belki bir araya da getiren Mahur Beste'dir. Mahur Beste Nuran'ın dedesi Talât Bey'in karısı Nurhayat Hanım'ın Mısırlı bir binbaşı ile kaçmasından sonra yazdığı eserdir. Nuran da büyük annesine fiziksel olarak çok benzetilir ve bu benzerlikten hep kaçmak ister. Aşkı ve hayatındaki diğer insanların mutluluğu arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığındaysa büyük annesi gibi bencilce davranmayacaktır. Bu belki de saadetin ağırlığındandır. Saadeti değil "Huzur" u seçer.
"İnsan ruhunun en az tahammül edebildiği şey, -belki daha ötesi olmadığı, kendimize mühlet vermeden yaşamaya mecbur olduğumuz için olacak- saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataktan kurtulmağa çalışır gibi ondan sıyrılmaya çalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririz."



Bir Dersim Hikâyesi, Murathan Mungan'ın yaptığı seçkilerden biri. Günümüz edebiyatçılarından  1938 Dersim Katliamı ile ilgili birer öykü istemiş Mungan ve hem yaralayıcı hem sağaltıcı öyküler çıkmış ortaya.

Kitabın arka kapağında yazılan yazıya bakalım: "Kendisi farkında olsun ya da olmasın bu ülkede herkesin bir Dersim hikâyesi vardır. İlle de içinde olmaları gerekmez. Bazen bir ucunun kendisini değdiğini bile bilmeden yaşayıp gitmişlerdir."

Çoğu vicdanlı insanın düşündüğü gibi, kendi zamanımızda olsun bizden önce yaşanmış olsun, doğrudan müsebbibi olmadığımız olaylardan bizim payımıza düşen nedir? Bizim adımıza verilen kararlardan, karşı çıkmadığımız tepki göstermediğimiz durumlardan da sorumlu değil miyiz? Şule Gürbüz, "Çok Uzakmış, Ancak Tayyareyle Gidilebilirmiş" öyküsünde kayıtsız insanların dünyasında, gazete haberlerinden etkilenen bir karakterin ağzından şunları söyler.

"Dünya ben tanımadığım için kocamandı. Kimsenin ne olduğu, ne yaptığı ve onlara ne yapıldığı belli değildi. Biz ânın içinde andan habersizdik. Aynı anda yaşıyor ve birinin her yeri ağrıyorsa bu ağrılardan bize düşecek paya vereceklerimizi ne zaman ödeyecektik? Herkes şahsi borcunu bir şekilde öder ya da borçlu gider. Ödenmemiş borç, unutulmuş ya da affedilmiş değildir, bilirim ama kalabalığa, topluma ait borçlar kime kesilir bu da mı pay edilir, sonrakilere kalır da parasını yiyip içenin, bir şey bırakmayanın kınandığı gibi ayıplar da bize mi kesilir?"

Yine kitapta Dersim katliamı ile doğrudan ilgisi olmayan insanların, geçmişteki izlerin nesiller boyu aktarılması ile dolaylı da olsa etkilenip, dedelerinin günahları ile kirlenmelerini anlatan Behçet Çelik öyküsü "Lori Lori" öyküsü, Yavuz Ekinci'nin "Dedemin Madalyası" öyküsü, Seray Şahiner'in "Çifte Sultanlar" öyküsü ve Barış Bıçakçı'nın "Ekber, Sen..." isimli öykülerini ayrı bir yere koyduğumu belirtmeliyim.

Aynı vatanda aynı yıllarda geçen farklı yaşamları anlatan bu iki kitaptan sonra Malcolm X'in sözünü hatırlamalı:  ''Eğer dikkatli olmazsanız, gazeteler sizin mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise sevmenizi sağlar.''  Geleceğimizi geçmişin yükünden kurtarmadığımız sürece mutluluğa değil huzura bile kavuşamayız.


2 yorum:

ali zafer sapci dedi ki...

"Geleceğimizi geçmişin yükünden kurtarmadığımız sürece mutluluğa değil huzura bile kavuşamayız.
"
Teşekkürler

burcupc dedi ki...

Ben teşekkür ederim okuyup yorum yazdığınız için.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...