10 Ekim 2009 Cumartesi

"Doğdun doğalı kimin mecazısın, sözcük sözcük onu arıyorum."
Sema Kaygusuz - Yüzünde Bir Yer

12 Eylül 2009 Cumartesi

Bir Rüya İçin Ağıt ve Masumiyet


Darren Aronofsky'nin 1998 yılında senaryosunu da yazdığı Pi filmiyle sinemaseverler farklı bir yönetmenin geldiğini anlamıştı. Hatırladığım kadarı ile filmde doğadaki herşeyi ifade eden bir sayı arayan matematik dahisinin takıntı haline gelen bu amacı doğrultusunda hayattan kopuşu anlatılıyordu. 2008 yılında Wrestler filmi ile oldukça ünlendi, ben henüz izlemedim.


Aronofsky 2000 yılında Hubert Shelby'nin senaryosundan çektiği Bir Rüya İçin Ağıt'ta dört bağımlı insanın hikayesini anlatıyor. Sara Goldfarb eşini kaybetmiş hayatta tv izlemekten başka yaptığı birşey olmayan yaşlı bir kadındır, oğlu Harry ise uyuşturucu alabilmek için sürekli olarak annesinin televizyonunu rehinciye satar annesi de gidip alır. Harry, çocukluk arkadaşı Tyrone ve sevgilisi Marion ile aldıkları uyuşturucuları satarak "yırtmaya" karar verirler. Bu sırada Sara'ya bir tv şovuna katılma teklifi gelir. Sara o programa kocasının çok sevdiği kırmızı elbise ile katılmak ister ama içine giremeyecek kadar kilo almıştır. Diyet yapmaya karar verir ve bunun için diyet hapları kullamaya başlar. Bu ilaçları kullandıkça uyumamaya, halüsinasyonlar görmeye ve yemek yememeye başlar.

Harry, Marion ve Tyrone uyuşturucuları satarak iyi para kazanırlar. Harry annesini ziyarete gider, hediye olarak büyük bir televizyon alır. Annesindeki değişikliği farkeder ve ilaçları kullanmaması konusunda onu uyarır ama annesi onu dinlemez. Tyrone'ın hapse girmesi ile işler ters gitmeye başlar. Bütün paralarını onu çıkarmak için kullanırlar ve hem parasız hem uyuşturucusuz kalırlar.

Daha sonra uyuşturucu alabilecek parayı bulmak için Marion başkaları ile olmaya başlar. Harry'nin uyuşturucu enjekte ettiği kolu gittikçe kötüleşmeye başlar. Tyrone ile uyuşturucu almak için Florida'ya yola çıkar. Yolda kolunun acısına dayanamayarak bir hastaneye gider ve orada tutuklanırlar. Annesi Sara da halüsinasyon sonucu buzdolabının hareket edip ona saldırdığını sanarak evden kaçar ve garip hareketlerinden dolayı sonunda bir hastaneye götürülür.

Filmin sonunda bu dört insan da rüyalarına ulaşmak için yanlış yollarla çabalarken edindikleri bağımlılıklarının kurbanı olur ve biri kolunu, biri özgürlüğünü, biri bedenini, biri de aklını yitirir, film dördünün de cenin pozisyonunu alışı ve ulaşmak istedikleri hayallerinin gösterilişi ile biter. Sara zayıflamış ve istediği programa katılmıştır, Harry Marion'a, Tyrone bağımlı olduğu annesine, Marion da uyuşturucuya kavuşmuştur.

İnsanların vazgeçemediğinin rüyaları mı yoksa bağımlılık sahibi oldukları nesne mi olduğu da çok belirsiz, ikisi de olabilir. Filmin müziklerinin enfes olduğunu belirtmem lazım, zaten sanırım bir çok tv programında kullanılıyorlar, insana tanıdık geliyor çünkü. Filmde kırmızı rengin sadece Harry'nin hayallerinde ve Sara'nın elbisesinde kullanılması da dikkat çekici. Ayrıca uyuşturucu alındığındaki hisleri aktarmakta oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Filmde hikayenin işlenişi de çok ilginç; ilk bölüm Summer yaz gibi neşeli ve umut dolu başlıyor, hayallere ulaşma yolunda ilerliyor kahramanlar, ikinci bölüm Fall sonbahar hüznü hikayeye yansımaya başlıyor, sorunlar çıkıyor, hayallerden uzaklaşılmaya başlanıyor, üçüncü bölüm Winter kış bastırıyor, karamsarlık ve dekadans.


Bir başka bağımlılık hikayesi ise Zeki Demirkubuz'un ünlü "Masumiyet"inde işlenir. Orada daha çok insan bağımlılığı işlenmiştir gerçi. Hapiste olan sevdiği adamın peşinden şehir şehir dolaşan bir hayat kadını Uğur, ona aşık olup, tüm hayatını değiştiren eski mobilyacı Bekir, hapisten çıkan ama bir işi ve yeri olmayan Yusuf'un sürüklenmelerini anlatır. Bekir Uğur'a sahip olamamaya dayanamaz ve intihar eder. Onun yerini Yusuf alır, Uğur'a aşık olur ve daha önce hapse girmesine sebep olan ablasını anlar, anlar ki insanlar zaafiyetleri sözkonusu olunca yanlış şeyler yaparlar. Uğur'a kendisi ile bir hayat kurmasını teklif eder ve reddedilir. Uğur hapisten kaçan sevdiği adamla kaçarken adamın hasımları ile çıkan çatışmada ölür. Ortada kalan sağır ve dilsiz kızına Yusuf sahip çıkar.


Bu iki filmde de görürüz ki bağımlılık neye olursa olsun insanın hayatına doğrudan zarar veren ve kurtulamadıkça insanı daha içine çeken bir bataklıktır. Sonu yoktur. Peki hiç birşeye bağımlı olmadan yaşamak mümkün mü? Sistem böyle insanlar üretiyor mu? Aksine kontrol edilebilmemize imkan sağladığı için bağımlı insanlar olmamız isteniyor. En küçük sistemden en büyüğüne bağımsız oldukça, ödün vermedikçe yalnızlaşmaya, sevilmemeye mahkum edilmiyor muyuz? Bağımlılıktan kurtulmanın yolu onu tüketebilmek. Hevesini alıp bırakıp yeni bir bağımlılık bulmak ve çok bağlanmadan bırakmak belki.


29 Temmuz 2009 Çarşamba

Mutedil...

Sıcak bir yaz günü. Aylardan hala Temmuz' muş. Ağustos'a geçip geçmediğimizin bi an farkında olamadım. Sıcak hem de çok sıcak, İstanbul'da sıcakla beraber fırtına eserken, bulunduğum sahil kasabasında herşey mutedil... Ara sıra tatlı tatlı esen rüzgar insanı ferahlatıyor...

İnsanı deniz kadar mutlu eden başka birşey var mı? Mavinin her tonunun yeraldığı hatta maviyi çevreleyen yeşilin arasından patlayan begonvillerin insanı dünyada en güzel çiçek olduğuna inandırdığı kasabaya dün ulaşmama rağmen sanki yazın başından beri buradayım, tatil ve tadil eda ediyorum.

Bir şiirle, bir filmle karşılaştığımızda bizi etkilip etkileyemeyeceği, nasıl etkileyeceği, ruhumuza dokunup dokunmayacağını o ana kadar hayatta yaşadıklarımız belirler ya, insanlar da şiirler gibi filmler gibi, kitaplar gibi. Yıllar önce okunmaya çalışılan kitapların bazıları bize ilginç gelmezdi ve kolayca bi kenara atıverirdik. Ya da biz karşılaştığımız bazı insanlara ilginç gelmezdik, bi kenara fırlatılırdık.

Çok eskiden bir arkadaşımın okuyup bana verdiği kitabı nihayet okuma fırsatı buldum. Hikmet Temel Akarsu'nun İngiliz'i. Bir kaybeden öyküsü. Dörtlemenin ikinci kitabı. Kitapta kırılmış ruhların onarıldıktan sonra tekrar kırılmamasının yolunun erimeleri olduğunu söylüyor. Kırılmamak için sıvı gibi bulunduğun ortamın şeklini almalıymışsın. Tabi bunun getireceği bir yan etki de var o da haysiyetsizlik.

Hayatta herşeyin bir karşılığı olmak zorunda. Hep terazinin kefelerinde artılar eksiler olmalı. Oysa matematik ne kadar net... Her zaman bir sonuç var. "Sonsuz" bile olsa. Nadiren sinir bozucu "belirsiz" çıkar ama bu kafi derecede azdır.

10 Temmuz 2009 Cuma

atem totem ben seni...

"Totem" kızılderili çizgi filmlerinden öğrendiğimiz, kendisine büyük anlamlar yüklenen değişik nesnelerden oluşturulmuş direğe denirdi. Sonra da futbol maçlarında herşeyin yolunda gitmesi için bazılarının yaptığı hareketlere dendi. (Bi de konuyla alakasız T şeklinde tabela direkleri var.) Dışarıdan her ne kadar saçma görünse de inananın inancı ile doğru orantılı ümit bağladığı kavram...
Belki herkesin bir totemi ya da uğuru vardır. Mesela ben hiçbirşeye "kesin şöyle olacak" demem. Ne zaman desem "kesin" olmamıştır çünkü. Hatta bunu istemediğim şeyler için kullanabilirim, antitotem olarak! Olmasını beklediklerim için başka bir söz söylerim genelde ama yazmayayım totemi kaçmasın... O da her zaman tutmaz zaten :)
İnşallah da bunlardan biridir bence... Hani "inşallah de" der bazıları, demezsen olmazmış.
Tabi pozitif bilim okumuş birinin böyle şeylere güvenmesi zaten çok saçma. Secret gibi. Ama hayatta bazı şeyler insanı çağırır, kozmik çağrışım.
Birşey düşünürsünüz, hiç ummadığınız anda onunla ilgili bir bilgi karşınıza çıkar. Birini düşünürsünüz, bikaç gün sonra yolda görürsünüz...
Ya da bilinçaltımız bazı olayların karşımıza çıkması için bizi o şekilde yönlendirir. Adam Fawer'ın Olasılıksız kitabında bahsettiği gibi.
Bazen sadece gözlerinizi kapayıp, bazı şeyleri hayal etmek ileride gerçekleşmelerine sebep olur.
Olasılıksız da herkesin kendi hayatında istemsiz olarak uyguladığı bu olayın yöntemini bulan ve geleceği görmekle kalmayıp, buna etki eden bir adam anlatılıyor. Toplumsal bilinçaltı aslında hepimizin ulaşabileceği uzaklıkta, sadece bunun için algıları açmak gerek.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Beyaz bez ayakkabı

Evet evet o markadan. Ben de aldım sonunda. Giydiğim topuklu ayakkabının ayağımın canına okuması sonucu çoktandır istediğim ama azıcık farklısını bulsam da alsam dediğim sonuç olarak vapurdan iner inmez Kadıköy Gencallar'a kendimi dar ataraktan ve oradan alınası tek renk beyazdan sardıracaktım ama dayanamadım hemen giyip çıktım... (Daha da uzardı bu cümle ama hadi bu kadar yeter.) Sonra da milletin ayaklarına bakakaldım herkeste herbi rengi var... Koleksiyoncuları bile var galiba...

Bugün yeni vapurlar inmiş denize, bir günle kaçırdım. Olsun hava mis, marmara (mas)maviydi. Vapur eski olsa ne olur!

Sonunda benim de çiçeklerim (sardunya pılas roz) oldu, yaklaşık 2 haftadır bakıyorum. Hatta çeri domatla biber bile var... Sık sık suluyorum inşallah çürümezler. Ya ilgisizlikten ya da fazla sevgiden öldürdüğüm diğer çiçeklere benzemesinler diye gözüm hep üzerlerinde. (galiba hepsi ilgisizlikten ölmüşlerdi şşşş)

Evin içinin Adana sıcağında terasınsa Çeşme rüzgarında olması da çok manidar. Bir nevi termal şok.
Biraz mani biraz depreşyon. Hadi hayırlısı...

7 Haziran 2009 Pazar

Meksika Sınırı'nda


Geçen haftaki Meksika Sınırı'nda merhem bölümünde İbrahim Tenekeci'nin bir şiirinden alıntı vardı. Şiirin tamamı şöyle;

Bir Ki Deneme

zar tutuyorsun ey hayat bu kaçıncı sevgili
yanlış ata oynamışım gözlerim öyle dedi.


pır pır diye ses çıkardı yürürken yüreğimden
denizleri sulardım tozmasın diye deniz
sporu çok severdim çiçeğe yem vermeyi
kuşlara binerdim ve kaçardım basından
bak buraya yazıyorum diye milyar kelimeyi
ziyan eden de bendim hem de hiç sıkılmadan.


güzeldim de galiba bunu nasıl söylesem:
eline sağlık Tanrım leyla çok güzel olmuş
Tanrım eline sağlık dünya da çok güzel olmuş
keşke biraz ölmesem.


-----------------


Taraf gazetesinde 20 soru köşesinde (aynı soruları Kenan Işık Hayat Bir Oyun Sahnesi programında ünlü oyunculara soruyor) kime denk gelsem (yazar-gazeteci) nasıl ölmek istersiniz sorusuna "uykuda" diyorlar. Ne kadar korkuyoruz ölmekten. Acısız olsun istiyoruz. Hissetmeyelim istiyoruz. Her duyduğumuz ölüm haberi bizi yıkıyor. Kabul etmek istemiyoruz. Falanca hastaymış deyince hemen tüylerimiz diken diken oluyor. En ufak bi ağrıda aklımıza en kötü ihtimalleri getirip, sonra rahatlamaya çalışıyoruz...

Neden korkuyoruz ölümden? Gerçekten yaşamadığımız, yaşayamadığımız için mi?
Herşey kurallı, şablonlu. Karınca gibiyiz. Sabah kalk arabalara doluş, işyerine git. Çalış çalış, sonra eve dönerken markete uğra, yuvana yemek taşı. Karınca yuvalarında karıncalar yol yol dizilirler birbiri ardına aynen öyle...

Ya da bu dünyaya çok bağlıyız. Bırakıp gitmek istemiyoruz. Başımıza ne geleceğini de bilmiyoruz ve korkuyoruz. En iyisi uyurken olsun farketmeyeyim diyoruz.

Uyurken ölmeyi dilemek bence hayatı sadece iyi yönleri ile görmek isteyip, gerçeklerini kabul edemeyenlere göre. Hayatta en önemli şeylerden biri ölüm ama o anda bilincinin kapalı olmasını istemek, filmin sonunu kaçırmak gibi... Aksine açık olacak gözlerin belki hiç hissedemediğin hakikati hissedeceksin...

-----------------

Bedenimiz bir kez ölüyor ama onun dışında öldüklerimiz? Kaç ölüm sancısı çektik şimdiye kadar... Ölüm başlar, aynı doğum gibi.
-----------------

Tanrım bu sene yaz da gelmedi derken sonunda geliyor galiba. Ama meyvelerin tadı yok... Ne erikler ekşi, ne karpuzlar tatlı, ne maltalar mayhoş ne kirazlar yedikçe yeme isteği veriyor...
Keşke biraz ölsem...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Mezbele

Sevgili anneannemin müthiş sözlerinden biridir zibl. "Şu zibilleri topla" der genelde ya da "zibil küreğini getir". Mezbele zibl'in mekan haline gelmiş hali. Çöp-çöplük... Arapçaymış, Nişanyan yazdı bugün. Ziblu da Asurcasıymış.

Modern hayat bazen insanın kendini mezbelelik hissetmesine neden oluyor. Bazen gerçek acıyı hissediyorsun, tükenmişliği, işe yaramazlığı. "tanıdık" kendinden uzaklaşıp "yabancı" bir ben oluyorsun.
Yaşanılan pişmanlıklar, suçluluklar ve öfke ile.

Herşey bir insanı sevmekle değil de kendini sevmekle başlayacak. Tüm zayıflıkları, karanlıkları, korkuları, çıkmazları ile. Ama sevebilmek için tanımak lazım öncelikle. Tanımak için de yaşamak, tecrübelerden geçmek, acılarla pişmek lazım.

Başka birini sevmekle başlayan herşey o insanın sevgisinin devamlı test edilmesine ve geçilemeyen her testte, başladığı sanılan herşeyin sonlanmasına sebep olacak. Bağımlılık, terk edilme korkusu, bağlanma korkusu, modern hayatın insanın kendini tanımaktan kaçmasına sebep olması, kendiyle yüzleşmekten ve kendini hep iyi yönleri ve mükemmel görme isteği ile engellenecek. Hep oyalanacak insan, hakikatin üstünü örterek... Yalnız kalamıyorsun hep birilerine ihtiyaç duyuyorsun. Bir bakmışsın kendini birinin rehinesi yapmışsın. Sonra başka birinin, sonra başka birinin...

Bir göl düşünün ki kendisine nehirler akmıyorsa, kendi güzelliğini kaybedip bulanıklaşıyor.
Halbuki göl kendine yetebilir.

Dün bir arkadaşımla konuşuyorduk. Hayat nedir diye sormuş bir hocası. Üç arkadaş cevap veriyor. Arkadaşım "mücadele" diyor, bir başkası "saçma" diyor, bir başkası "mutluluk" diyor. Hoca onlara hayatı bu hale getirenlerin kendileri olduğunu söylüyor. Yani nasıl algılıyorsan öyle yaşıyorsun diyor.
Benim cevabımsa "yolculuk".
Kendine ve hayatın anlamına dair...
Peki hayatı algılayışımızda karşılaştığımız olayların etkisi yok mu? Mücadele etmeden herşey bize sunulsa mücadele olarak algılar mıyız? Kendimizi gizliyor, görmek istemiyor olmasak bir yolculuğa ihtiyacımız olur muydu?

Varoluşçulukta olduğu gibi şu an ne olduğumuza çok etki edememiş olabiliriz ama bundan sonra ne olacağımıza biz karar veririz.
Bunun içinse ne olduğumuzu bilmek gerek.

Her koşul altında doğru davranmaya çalışmak, davranmasan bile böyle yaptığını sanmak nasıl bir dalgınlık nasıl bir uyur-yaşama halidir? Ne zaman mantıkla duygu arasındaki ince çizgide yürümeyi başarırsan ruhsal dengeyi kurmuş oluyorsun. Belki sırat köprüsünün metaforik yansıması budur...

Not: Tesadüfler vasıtası ile hayatıma girmiş iki arkadaşımla yaptığım e-mail ve sözlü konuşmaların ışığında yazılmış bir yazıdır. Umarım yayınlamamdan rahatsız olmazlar...

15 Mayıs 2009 Cuma

hayal revizyonu




Farkettim ki bir zamanlar çok istediğim, fena tepki almayan bir iki deneme yapabildiğim köşe yazarı olma hayalimden çoktan vazgeçmişim. Sebebi okuduğum yazarlarda gördüğüm tükenme. Düzenli ve her konuda yorum yapma baskısı bir süre sonra yazarları ahkam kesen insan konumuna getiriyor.


Her ne kadar yazarak bir istikrar sağlama niyetim olsa da ahkam kesmek kesinlikle isteyeceğim birşey değil. Üstelik buna kaymak o kadar kolay ki. Bir anda havaya girersin çok fazla bilgin olmasa bile, belki araştıracak vaktin olmadığı için, belki kendine çok güvendiğinden başlarsın tartmadan yazmaya.


Sonra sıkışırsın aynen köşeye. Ben kenarlarda olmayı, dolaşmayı seviyorum. Kenar boyunca ve o kenardan bu kenara...


Tükendiğini hissettiğinde bırakabilen çok az insan var bizim coğrafyada. Bir tanesi de Taraf yazarı Gökhan Özgün. Okumayanlara tavsiyemdir. Eski yazılarını netten bulabilirsiniz.

28 Şubat 2009 Cumartesi

Senci

Sonunda beklediğim haber geldi. Rihanna şiddet gördüğü sevgilisi ile barışmış. Dün yazacaktım vakit yokluğundan olmadı.
Bu olayı duyduğumdan beri sevgililerinden, kocalarından ya da ailelerinden şiddet görüp terkedemeyen, affeden kadınları düşünüyorum.
Ne kadar güzel ve genç olursa olsun, dünyanın en popüler ve sevilen seslerinden biri olursa olsun maddi olarak da hiç bir ihtiyacı olmasa da, sonuç herhangi bir kadının hissettiğinden farklı olmayabiliyor. Demek ki bunlar kadınların arkasına sığınmak istedikleri birer bahaneden ileri gitmiyormuş. Gerçek sebep başkaymış.
Sanki kadınlarda doğuştan suçluluk geni var. Yapılan harekete bir açıklama bulma, kendilerini suçlama ve karşıdakini affetme eğilimi. Sana zarar veren birini anlayabiliyorsun, anlamak istiyorsun?

Aklıma buna benzer bir kavram geliyor "Stockholm Sendromu". 1973 yılında bir banka soygunundan sonra ortaya çıkmış, rehinenin kendisini rehin alan soyguncuyu anlaması hatta ona yardımcı olması olarak açıklanıyor. Benzer birşey Hülya'nın şu sıra sitesinde tartışmaya açtığı "sencillik" konusunda var. İnsan kendisi olmaktan o kadar çıkıyor ve kendisini karşıdakinin yerine o kadar koyabiliyor ki artık bir gönüllü köleye dönüşüyor. Ne yapsa onu mazur görüyor ve bir açıklama buluyor. Çünkü aslında kendisi olmak, "ben" demek çok zor. Çok yalnız ve bu yalnızlık onları zaten öldürmüş durumda. Yaşamanın, hayatta varolabilmenin yolu efendinin kölesi, soyguncunun rehinesi, birinin karısı ya da sevgilisi olabilmekten geçiyor.

Yıllar önce buna benzer bir olay Noir Desir'in solisti Bertrand Cantat-Marie Trintignant arasında yaşanmış ve kadının ölümü ile son bulmuştu. Sebebin de kadının eski kocasından gelen bir mesaj olduğu ortaya çıkmıştı. Belki Marie Trintignant yaşasaydı o da bunu anlayışla (!) karşılayabilirdi. Kimbilir...

24 Şubat 2009 Salı

Yerli plaka


Artık istek liste yapmaya başladım :) İşte yeni sayılabilecek, güzel yerliler.

1-Candan Erçetin-Ben Kimim

2-Badem-Geceyedir Küsmelerim

3-Yüksek Sadakat-Aşk Durdukça

4-Gökhan Türkmen-Büyük İnsan

5-Yüksek Sadakat-Kadınım

6-Nil Karaibrahimgil-Seviyorum Sevmiyorum

18 Şubat 2009 Çarşamba

Yeni şarkılar


Son bir ayda çok güzel yeni şarkılar dinleme fırsatı buldum. Her zaman bu kadar çok, güzel şarkıya rastlamıyoruz. Birinci Slumdog Millionaire'in, ikinci Barcelona, Barcelona'nın film müziği.

1. Mia- Paper Planes

2. Giulia y los Tellarini- Barcelona

3. Ida Maria- Oh My God

4. One eskimO- Kandi

5. Bunların üstüne bir de sevgililer günü ve haftası sebebi ile bol bol çalınan Jason Mraz-Lucky var. Gayet hafif, romantik komedi müziği olabilecek bir şarkı.

Ama özellikle One eskimO'yu yakında çokça duymaya başlayacağımızı düşünüyorum.

12 Şubat 2009 Perşembe

Hayat..

Geçen hafta kaybettiğimiz bir akrabamız nedeni ile aile çoğunluğu bir araya geldik. Artık biz de düğün ve cenazelerde görüşen ailelerden olmuşuz. Tabi ki herkes ayrılırken görüşelim es geçmeyelim dedi. Ama öyle olmayacak şüphesiz...



Bir an gelir, tanıdıklar ölmeye başlayınca hayatının sonsuz olmadığını anlarsın demişlerdi. Gerçekten öyle oluyormuş. Yaşlılar ölüyor, çocuklar genç oluyor, bense hep genç kalacağımı sanıyordum. Hakikat insanın yüzüne tokat gibi çarpıyor.



Tam yerine denk geldi manzara koyduk misali bu düşüncelerin üstüne Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi'ni izledim. Fikir çok parlak: Yaşlı doğan bir bebek ve büyürken gençleşmeye başlıyor. Hayatı tersten yaşıyor ve bir insanın yaşamı boyunca karşılaşacağı olaylar onun hayatında da yaşanıyor. Fakat film güzel olmaktan uzak. İzlemeyi zorlaştıran bir sürü detay verilmiş.



Bir adamın hayatının tamamını anlatmaya çalışmanın yarattığı bir sıkıntı bu belki ama çok daha kısa ve çarpıcı olabilirdi. Hayatları belli bir dönem için çakışan Benjamin ve Daisy'nin farklı yaşlanma özellikleri yüzünden ayrılmaları gerekir bir nevi ayrı dünyaların insanıdırlar. Hikayenin, bu aşkın kadın kahramanının şimdiki zamanından takip edilmesi ise çok gereksiz yere filmi sıkça bölüyordu. Keşke Titanic'teki gibi geçişlerle bu anlatım olayını keyifli hale getirecek çözümler bulabilselerdi.



Sonuçta öleceği gözüyle bırakıldığı huzurevinde büyüyen ve aynı yerde ölen Benjamin'in tuhaf hikayesinin söylediği en önemli sözler "hayatta seni ne bekliyor bilemezsin" ve " herkes kendi yolculuğunda yalnızdır".

Bizim çok sıkça kullandığımız "Kısmet" de hikayeye ufak da olsa renk katmış... Sonuç olarak Brad Pitt ve Cate Blanchett'in oyunculukları çok çok iyi ve Babel'den sonra bir kez daha çok yakışıyorlar.

28 Ocak 2009 Çarşamba

Abarack Gubarack


Barack Obama sonunda görevinin başına geçti. Değişim isteyenlerin oylarıyla. Yılbaşından 20 Ocak'a kadar geçen süre içerisinde İsrail kendi hakkını korumak için (!) Filistin'e saldırdı. 20 Ocak'ta Obama'nın göreve geçtiği gün Filistin'den çekilmeye başladı. Bütün kirli işler Bush yönetiminde kaldı. Temiz bir sayfa açılmış oldu (mu), White House kadar white hatta.


İlk Ellen De Generes'ta izledim güzel dansını sonra da kutlama balolarında. En azından Bush kadar eğlenmeyi sevdiği açık. E hayatta bir dans değil mi zaten?

--------------------------------------------------------------------------------

Hızlı hızlı bir telaşla eve gitmeye çalışırken ki sonrasında uzun uzun tvye veya uzun süredir bitirmeye çalıştığım kitaba bakabilmek istiyordum yukarıdaki manzara çıktı karşıma. Cep telefonu ile çekebildim ama olsun...

--------------------------------------------------------------------------------

İnsanları cahillikleri veya anlamadıkları için eleştirmek doğru olmamalı, yapıyoruz ama olmamalı. Ama anlamaya çalışmamak için bir ceza olmalı. Dinlemeyi bilmemek de en büyük suçlardan.


Davranışlar için ise keşke bir ağırlıklı not ortalaması olsa. Yapılan davranışın özelliği ile değerini çarpsak. En son negatiflerle pozitifleri toplasak ne çıkarsa ona göre bir not versek.

--------------------------------------------------------------------------------

Kemal Kılıçdaroğlu Chp'den aday oldu. İşlerin nasıl yürümesini istiyoruz göreceğiz. Değişim istiyor muyuz gerçekten? Yoksa hepimizin azıcık da olsa, kimseye göstermeden yürütmek istediğimiz işlerimizin yürümesi için bazı şeylere göz yumulmasını mı istiyoruz. Ufak kazançlarımız dürüst beklentilerimizin önüne geçecek mi? İkiyüzlü müyüz yoksa gerçekten çalıp çırpanlardan yorulduk ve herşeyi layıkı ile yapmak istiyor muyuz? Göreceğiz.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Kılçık...

Kılçık,
Çıkıntı,
Ayrık otu,
Taraflar ve taraftar üstü,
Yargıç değil, savcı değil,
Avukat hiç değil,
Ha Engerek-10 ha Ergene- Kon
Hem yavrusunu koruyan Filistinli baba
Hem de Shministim İsrailli genç
http://www.december18th.org/
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...