31 Mart 2010 Çarşamba

Dar Kapı-Andre Gide


"Dar kapıdan girmeye çabalayın. Çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı büyük ve yol geniştir. Bu kapıdan girenler çoktur. Yaşama götüren kapı ise dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar çok azdır."

-Ondaki herşey soru ve bekleyişti... Bu sorunun beni nasıl ele geçirdiğini ve hayatıma dönüştüğünü anlatacağım size.

-Mutluluktan çok, onu elde etmek için harcayacağım sonsuz çabanın peşindeydim; mutluluk ve erdemi birbirine karıştırıyordum.

-Bizi ilgilendiren, düşünce diye adlandırdığımız şey, duygunun kılık değiştirmesinden, aşkın kaplanmasından, daha bilgili bir birleşme için bir bahaneden başka bir şey değildi.

-İnsanları hayatlarının yalnızca bir anına dayanarak yargılamaktan sakınalım.

-Aşkın hatta aşkın şiddetinin o yapmacık inceliği! Bizi kahkahalardan gözyaşlarına, neşenin en saf hâlinden erdemin gerektirdiklerine kadar hangi gizli yollardan götürdün!

-Tam tersine ölüm yaklaştırır... Evet , bütün yaşam boyunca ayrı kalmış olanları yaklaştırır ölüm.

-Onu korkutmaktan korkuyorum, anlıyor musun? Hissettiğim bu uçsuz bucaksız mutluluğun onu ürkütmesinden korkuyorum! Bir gün ona yolculuğa çıkmak isteyip istemediğini sordum. Bana hiçbir şey istemediğini, başka yerlerin varlığını bilmenin ona yettiğini, eğer çok güzellerse isteyenin gidebileceğini söyledi.

-Aslında kendimi onun yanında mutlu hissediyordum; öyle mutluydum ki, düşüncelerim onunkilere ters düşecek hiçbir şey bulmaya çalışmıyordu artık.

-Desteğini insandan alan insanın haline ne yazık!

-Kendi kendime keşfettiğimi düşündüğüm bu dizeleri daha önceden bana sunduğunu görmek, önce beni biraz rahatsız etti. Sonra bu çirkin duygumun yerini senin de bu dizeleri benim gibi sevdiğini düşünmenin mutluluğu aldı.

-Hangi yanılgıyla,

Sizi besleyen bir ekmek yerine,

Öncekinden daha aç bırakan

Bir gölge satın alıyorsunuz

Böyle sık sık?

-Hayranlık, "doğuştan iyi olan ruhlarda" minnettarlıkla birbirine karışıyor.

-İnsanın araması gereken düşüncenin özgürleşmesi değil, büyük heyecanlardır. İlki çok kötü bir gururu gerektirir yanında. Tutkuyu isyan etmek için değil, hizmet etmek için kullanmak...

-"Gerçek ve sürekli zaferi dileyen kişi, geçici zaferi hesaba katmaz, geçici olanı yürekten hor görmeyen kişi tanrısal olanı gerçekten sevmediğini gösterir."

-Mutluluk denilen şey ruha ne kadar az yabancı, onu dışarıdan oluşturduğunu düşündüğümüz etkenler ne kadar önemsiz!

-Hangi bencillik, hangi kendini beğenmişlik, daha iyiye karşı hangi iştahsızlıkla bu kadar erken duruyor gelişim, kullar Tanrı'ya bu kadar uzakta kalakalıyorlar?

-Geçmişi burada tamamladığımı hissediyorum, bunun ötesinde hiçbir şey görmüyorum, hayatım orada duruyor...

-Yüzü "Ne kadar doğal şeyler söylüyorum, neden üzülüyorsun bunlara" der gibiydi.

-Şimdi kendi kendime istediğim şeyin mutluluk mu, yoksa daha çok mutluluğa giden yol mu olduğunu soruyorum.

-Ama duygunun ve heyecanın izlenmesindeki hafif güçlük, belki bunu yenmekten ve her seferinde biraz daha iyi yenmekten duyulan bilinçsiz gurur zihnin zevkine, bilmem hangi ruh hoşnutluğunu ekliyor, bundan vazgeçemezmişim gibi geliyor bana.

-İyi doğmuş bir ruh için üzüntüsünün karşılığında ödül alma fikri kırıcıdır. Onun için erdem bir süs değildir: Hayır, güzelliğinin biçimidir.

-Onu ilgilendiren şeylerden başka hiçbir şeyden zevk almıyorum. Düşüncelerim onunkilerin şeklini aldı, öyle ki ikisini karıştırmaktan hoşlandığım zamanlarda olduğundan daha zor ayırt edebiliyorum onları artık.




Egoma dokunma fena olur!


Yeni moda "Aşk-ı Memnu'nun kitabı çıkmış" diyen kızla dalga geçmek ya, konuya dahil olup kendimi varedesim geldi. Üniversite yıllarında da aynı konu başka bir "kızcağız"ın Ağır Roman versiyonu için servis otobüsü dedikodusu ve şamatası olarak dolaşırdı. Ön koltuklardakiler "bilmem neli kız var ya, şöyle dedi geçen gün" diye anlatırlardı. İşaret parmakları kalkar ve görevini yapar, sonra eller iyice açılır, dizlere vurulur, kahkahalar atılırdı. Ben de yaptım mı çok hatırlamıyorum, umarım yapmamışımdır. Dalga geçilen ve gülünen insanların bunu kendileri seçmediği durumlarda içimde bir burukluk oluşur. Düşenlere de gülemem, vardır ya öyle bi ayrım. Düşen insana güler misiniz diye? Canı yanmamışsa belki... Ne yani ağırlık merkezin ile denge merkezin birbirini tutmamış sen de dengeleyememişsin sonuçta... Haa ama dersenki kendin düşme aşamasında heyecan yaşadığında gülmez misin gülerim evet ama sinirsel bir boşalmadır bu...

Peki n'oluyor da, sıklıkla zavallı "kızcağızlar"ı nadiren de erkekceğizler'i rezil etme arzusu uyanıyor içimizde?Tamam insanoğlu kıskanır ve kıskandığını ezmek ister... Bağıra çağıra konuşup ilgiyi üzerinde toplayanlardan, cahilliğini duyurma korkusu olmayanlardan, bizden daha güzel olanlardan, daha akıllı olanlardan, daha özgür olanlardan, daha farklı olanlardan korkarız, egomuz tehdit altındadır... Daha güçlüdürler belki de şimşekleri üstlerine çekme güçleri vardır... Belki de geçmişte biz de öyle çocuksu bir güçle yaşıyorduk sonra gücümüzü yokettiler, tektipleştirdiler, ayıplarla, günahlarla... Tamam insanoğlu olamadığı, yapamadığı şeyleri yapanları aşağılar, eleştirir. Böylece aslında kendisinden üstün olduğunu düşündüğü insanların açıklarını yakalayıp bir halta yaramadıklarını ispat etmiş olur. Buraya bir işaret yakmak istiyorum. Kimin kimi eleştirdiğine dikkat edin, çünkü eleştirdiği yönden kendinde de bir nebze olabilir...

İnsanların kendilerini geliştirmemelerine, küçük dağları ben yarattım tavırlarına kızmayı anlıyorum da bize, insanları hayatlarının bir anına bakarak yargılama hakkını kim veriyor?

14 Mart 2010 Pazar

Mar Adentro - İçimdeki Deniz

Yaşamak bir özgürlük mü, zorunluluk mu yoksa hak mıdır?

İnsan vücudu kendisine mi yoksa yaratıcıya mı aittir?

Alejandro Amenabar'ın yönettiği ve senaryosunu Mateo Gil ile birlikte Ramon Sampedro'nun gerçek hikayesinden yola çıkarak yazdığı enfes film İçimdeki Deniz'i geçen sene izlemiştim. Geçtiğimiz haftasonu tekrar izledim... 26 yıldır yatağa mahkum bir adamın ötenazi hakkı için ailesine, topluma ve kanunlara karşı yaptığı özgürlük mücadelesini anlatan bir film. Yaşamanın bir zorunluluk değil seçim olması gerektiğini, aslında gözlerinde ölme isteği görmediğimiz bir adam anlatıyor bize. Öyle biri ki mahkemeye gidebilmek için revize ettirdiği tekerlekli sandalyesine boyunluk yaptırmasının sebebi olarak boynu kırılırsa öleceğini söyledikten sonra bu sözüyle dalga geçen bir adam, çünkü zaten amacı ölümü seçebilmek. Çok akıllı ve insanları çok iyi algılayabilen, insanların yaşam hevesi bulmak amacı ile ona yaklaşabileceğini bilen bir adam... Kaçamadığı ve insanlara bağımlı olduğu için gülümseyerek ağlamayı öğrenmiş bir adam...

Hala dünyanın bir çok ülkesinde yasak olan ötenaziye yardım edenlerin cezalandırılmasına karşın intihara teşebbüs edip kurtulan insanlara hiçbir ceza verilmemektedir. Oysa ikisinde de insanın canına kast var ve intiharı başaramayacak durumda olan insanlara yardım edilmesi yasak çünkü kanunlarca bedenleri devlete ait...

Filmde sorgulanan başka bir çelişki ise sevdiğimiz insanlar için doğru olduğunu düşündüklerimizi değil de onların bizden istediklerini yapabiliyor muyuz? Aslında Ramon'u gerçekten seven ona ölmesi için yardım edendir. Çünkü o artık yaşamak istemediğinden emindir, en değerli özel mülkünden vazgeçer... Yaşamak için ölür...

8 Mart 2010 Pazartesi

8 Mart


İstanbul’un en erkek okulunun, en erkek bölümlerinden birinden mezun olan ve eşitlikçi bir ailede büyümüş, kadın inşaat mühendisi olarak Dünya Kadınlar Günü’nü eskiden saçma bulurdum. Bu aymazlığın sebebi insana 23 Nisan’da çeşitli makamlara oturtulan ilkokul çocuklarını hatırlatması ve zaten doğal hakkımızı almak için farklı olduğumuzu belirtmemize gerek olmadığını düşünmemdir. Oysa insan kendi varoluş derdini bir süreliğine bırakıp başka dertlerle hemhal olunca anlıyor ki aslında bulunduğu toplumda ve tüm dünyada yaşanan sorunların çoğu aynı temele mesnetlenmiş. Korkunun çektiği tetikle, erk sahibi tarafından ötekileştirilen ve linç kültürünün hedefi haline getirilen, “değerli insan” sınıflandırmasında üst sıraları hep başkalarına kaptıranlar, kadınlar, siyahlar, azınlıklar, akıl hastaları, eşcinseller, çocuklar olmuş.
Daha kötüsü ise azınlıkların birbirini dışlaması, kadınların erkeklerin rolünü üstlerine alması yani mazlumun bir süre sonra zalime dönüşmesi. Aklıma gelen bir kaç örnek şöyle; CHP İzmir milletvekili Canan Arıtman’ın Cumhurbaşkanı Gül’ün annesinin Ermeni olduğunu negatif bir duygu ile söylemesi, sonradan Türkiye’ye göç edenlerin aidiyet duygularını tatmin etmek için kendilerini “en vatandaş” addedip ülkenin sahibi olarak görmesi, Harvey Milk’in filmi de yapılan eşcinsel hakları mücadelesi sırasında karşısına çıkan ve erkek kanunlarını koruyan en önemli sözcülerden birinin Anita Bryant isimli kadın olması.
Oysa hepimiz aynı gemideyiz. Evlendiğinin ertesi sabahı veya erkek dünyasıyla karşılaştığı anda erkek kurallarına uymak zoruyla devcileyin bir “kadın”a dönüşen kızlar da o geminin kamaralarından birinde yaşayan Gregor Samsa’dan farklı değil. 8 Mart’ın 100. yılında sadece kadınlar adına değil tüm insanoğlu için sorulmasını istediğim Maria Puder’in Kürk Mantolu Madonna’da sorduğu gibi; Niçin erkin yalvarışlarında bile bir tahakküm, ezilenin reddedişinde bile bir aciz bulunacak? Niçin haddimizi bileceğiz?
*Bu yazı 8 Mart 2010 Birgün gazetesinde yayınlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...