13 Ağustos 2014 Çarşamba

Ece Deniz 2 yaşında !



Her insan kendi hikâyesinin kahramanıdır derler. Benim hikâyemin kahramanı ise 2 yıldır kızım Ece Deniz. Blogumun amacı başından beri okuduklarım, izlediklerim, gezip gördüklerim ve ilgi alanlarıma ait kuramsal bilgileri paylaşmaktı. Ece doğduğundan beri bunlara çok vakit ayıramadığım için yazmadım. Bazen de okusam izlesem bile yazacak vakit bulamadım. Bir ara bebek bakımı ve annelik üzerine yazmayı düşündüm fakat buna da beni memnun edecek bir vakit ayıramayacağım için vazgeçtim. Sonunda bugün tarihe not olmasını da istediğim için de şeytanın bacağını kırıp bilgisayar başına geçtim J Bugün Ecoş’um 2 yaşında (çok şükür) Ahh bu annelik insanı hem birden büyütüyor, hem de batıl inançlarını bileyliyor. Nazara filan itibar etmeyen ben artık kızımın fotoğraflarını ne facebook ne instagramda paylaşıyorum ne de nazar boncuksuz dışarı çıkartıyorum. Tabi bunda yaşadığımız bana göre büyük, başkalarına göre ufak tefek sağlık sorunları sebep oldu diyebilirim. Şimdi Ece sokakta düşse nazardan biliyorum. Evet gittikçe anneme benzeyen bir anne, eskiden olduğumdan daha iyi bir evlat olmaya çalışıyorum. Bir bebeğe verilen emeğin, özverinin hiçbir projeye, işe verilmediğini biliyorum. Azıcık bir ateşte saatlerce uyumadan beklemenin, yemek yemediğinde ağlayacak gibi olmanın, ağlamalarına çözüm bulamayınca o sustuktan sonra oturup bir güzel ağlamanın, bana bir şey olursa kızıma annem baksın diye notlar bırakmanın yani anne olmadan evvel arkadaşlarımın anlattığı ve benim anlam veremediğim her şeyin sebebini artık biliyorum. İyi ki doğdun benim güzel yavrum nice sağlıklı yılların olsun annen ve babanla beraber…

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Soluk Bir An

Bazı anlar zamanla solar, renkleri birbirine karışır ve canlılığını yitirir. Bazıları ise yaşandığı anda bile soluktur. Behçet Çelik, Soluk Bir An'da Taner karakterinin iki önemli "ân" arasında yaşadığı hayat sorgulamasını anlatır bize. Bir aşkı başlatan ve bitiren anlardır bunlar.

Hayatının başında karşılaştığı dönemeçlerden birinde, kendini var etme ile hayattan bir gölge gibi geçme arasında tercih yapmak durumunda kalan Taner'i tanıyalım önce. Taner bir eşiğe geldiği gençlik yaşlarında o eşiği atlamaktan korkar. O eşiği atlarsa kapılacağı girdabın onu yok etmesinden ve toplum tarafından kabullenilmemekten. Hayatını herkes nasıl yaşıyorsa onlar gibi yaşamaya karar verir. Bu amaçla Yasemin'le evlenir, bir çocukları olur. İyi bir işi, güzel bir eşi ve oğulları ile birlikte gayet başarılı bir erkektir. Bu dıştan görünüş ise Taner'i mutlu etmeye yetmez. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ındaki Turgut Özben'in ve Tomris Uyar'ın Dikkat Kırılacak Eşya öyküsündeki erkek karakterin yaptığı gibi kendisini kıyasıya sorgular. Yıllar içinde kendine ayrı bir dünya kurar. Oğlunu bile dahil etmediği bu dünyada, kitaplar, müzikler, filmlerle yaşar. Mutluluğunun önündeki hatalarını bilir ama bunları değiştirecek bir güç bulamaz ta ki Esra ile yaşadığı ilk "ân"a kadar.

Taner'in karakterinin oluşumunda öğretmen olan babasının etkisi çok büyüktür. Her ne kadar babası gibi olmak istemese de babasının öğütlediklerinin, eleştirilerinin etkisinden ömrü boyunca çıkamaz. Sanki herkes de babası gibi düşünüp ve onu izliyormuş gibi hisseder ve sürekli dışarıdan nasıl görüldüğüne dikkat eder.
"Babasının üzerindeki en olumsuz etkisi belki de buydu: Sevinmeyi öğretmeyi unutmuştu, binlerce kuralı, olması gerekenleri, yapılmaması şart olanları anlatırken." Romanın açılışında Baudelaire'in Paris Sıkıntısı'ndan alınan parça da bu duruma işaret eder.
"Hep sarhoş olmalı.Her şey bunda; tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle?
Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz."

Taner erdemle sarhoş olmayı seçmiştir. Sonunda "insanlardan kaçan değil, insanların arasındaki Taner'den kaçan" biri olur. Arkadaşı Cüneyt'e söylemek isteyip söyleyemediği gibi yeni biri olmak ister:  "Yeni bir sözdizimi lazım Cüneyt bana. Sıkıldım öznenin her zamanki yerinden, gizlenmesinden, saklanmasından. Varlığından ayrı, yokluğundan ayrı." Belki de bir anlık soluk almıştır Taner, o yüzden Soluk Bir An adını vermiş olabilir Behçet Çelik, kimbilir.

Romanın daha ilk sayfasında gerçekleşen o "ân" Taner'e bir taraftan yaşamı için istediklerini hatırlatır ve ikinci bir başlangıç yapması için cesaretlendirirken öte taraftan imkânsızlığın yarattığı çaresizlik beynini kemirir. Karısına evlenirken evlenme sebebi ile ilgili doğruları söylemediği için suçluluk hisseder ama Esra'ya karşı hissettiklerinden dolayı duymaz. Gelecek hayatını hayalleri ile kurgularken, yine bir eve bırakma anında söylediği tek cümle onu Esra'dan soğutmaya yetecektir. Bir ân'la başlayan başka bir ân'la bitecektir. Ama bu iki ânın Taner'in hayatına hiçbir şey katmadığını söyleyemeyiz. Romanın en güzel yönlerinden biri alıntıların kitabın sonunda bir liste olarak verilmesi olduğunu söyleyerek onlardan birini yazının sonuna ekliyorum.
"Artık çiçek açma zamanıdır taşın,
yüreğinse tedirginlik zamanı.
Zamanıdır, zamanı gelmenin."

Herkese iyi okumalar.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Huzur, Bir Dersim Hikâyesi ve Geçmişin Yükü



Biri Türk Edebiyatı'nın klasiklerinden diğeri Mayıs 2012 basımı iki kitap okudum arka arkaya. İyi edebiyatın geçmişe ayna tutma özelliği de var ve bazen bazı şeylerin ortaya çıkması için üstünden zaman geçmesi, uygun şartların oluşması gerekiyor. İki kitap vasıtası ile Türkiye Cumhuriyeti'nin geçmişten kopup yeni bir medeniyete zoraki geçme aşamalarının etkilerini farklı coğrafyalardaki farklı sonuçlarını görmek mümkün.

Huzur, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile beraber en çok bilinen eseri. 1949 yılında ilk baskısı yapılan kitap Aralık 2011'de 19. baskıya ulaşmış. Dört bölüme ayrılmış romanda Mümtaz ile Nuran arasındaki, Tanpınar'ın deyimi dünyanın en basit, adeta bir matematik problemini hatırlatacak kadar basit bir aşk hikâyesini anlatıyor. Olaylar 1937 yılında İstanbul'da İkinci Dünya Savaşı'na girme endişelerinin yarattığı iklimde, Cumhuriyet sonrası modernleşme ile köklerine bağlı kalma arasında bocalayan insanların tartışmaları gölgesinde geçmekte. İstanbul'un aydın kesiminin gözüyle tanık olduğumuz tartışmalarda Mümtaz'ın hem üniversitede hocası hem amcasının oğlu olan İhsan yaşanılan ortamı şöyle özetler: "Tabiî şekilde ihtilâl, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyla olur. Bizde ise hayat ve halk yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde. Hatta çok defa münevver ve devlet adamı bile… Düşüncenin evvelden hazırlanmış yolunda yürümek! En aşağı 1839’dan beri bu böyle… Onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor. Kaldı ki, üzerimizde asırlardan gelen büyük bir terbiye de var. Her şeyi bozan, bizi adeta mahkûm eden bir itiyat… Çabuk vazgeçiyoruz. Müslüman şarkın en büyük hususiyeti budur. Şark vazgeçer. Sade güçlüğün karşısında değil, zamanın, tabiî zamanın karşısında vazgeçer…"

Aynı şekilde Nuran ile Mümtaz arasındaki hayatı nasıl yaşamak gerektiği ile ilgili bir konuşmada da Mümtaz:
"Ümitsizlik, ölümün şuuru, yahut bizdeki terbiyesi... Onun hayatımızdaki bir yığın kıskacı... Dört tarafımızı saran mengene dişleri, ne bileyim. Her hareket, cinsi ne olursa olsun, onun neticesidir. Hatta şu devrimizde olduğu yerde kabuklaşmadan korku var ya... Sevilen şeylerin birbiri peşinden inkârı. Babam gibi olacağım korkusu. Nihayet, ne yapsam bir türlü ölümden kurtulamayacağım." der. Aslında insanın bireysel olarak tüm yaptıklarının ve yöneticilerin ülkede meydana getirmek istedikleri değişimlerin ölüm korkusundan ve babaya benzeme endişesinden meydana geldiğini imâ eder.

Nuran'la Mümtaz'ın aşkına en büyük karanlığı düşüren ise onları belki bir araya da getiren Mahur Beste'dir. Mahur Beste Nuran'ın dedesi Talât Bey'in karısı Nurhayat Hanım'ın Mısırlı bir binbaşı ile kaçmasından sonra yazdığı eserdir. Nuran da büyük annesine fiziksel olarak çok benzetilir ve bu benzerlikten hep kaçmak ister. Aşkı ve hayatındaki diğer insanların mutluluğu arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığındaysa büyük annesi gibi bencilce davranmayacaktır. Bu belki de saadetin ağırlığındandır. Saadeti değil "Huzur" u seçer.
"İnsan ruhunun en az tahammül edebildiği şey, -belki daha ötesi olmadığı, kendimize mühlet vermeden yaşamaya mecbur olduğumuz için olacak- saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataktan kurtulmağa çalışır gibi ondan sıyrılmaya çalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririz."



Bir Dersim Hikâyesi, Murathan Mungan'ın yaptığı seçkilerden biri. Günümüz edebiyatçılarından  1938 Dersim Katliamı ile ilgili birer öykü istemiş Mungan ve hem yaralayıcı hem sağaltıcı öyküler çıkmış ortaya.

Kitabın arka kapağında yazılan yazıya bakalım: "Kendisi farkında olsun ya da olmasın bu ülkede herkesin bir Dersim hikâyesi vardır. İlle de içinde olmaları gerekmez. Bazen bir ucunun kendisini değdiğini bile bilmeden yaşayıp gitmişlerdir."

Çoğu vicdanlı insanın düşündüğü gibi, kendi zamanımızda olsun bizden önce yaşanmış olsun, doğrudan müsebbibi olmadığımız olaylardan bizim payımıza düşen nedir? Bizim adımıza verilen kararlardan, karşı çıkmadığımız tepki göstermediğimiz durumlardan da sorumlu değil miyiz? Şule Gürbüz, "Çok Uzakmış, Ancak Tayyareyle Gidilebilirmiş" öyküsünde kayıtsız insanların dünyasında, gazete haberlerinden etkilenen bir karakterin ağzından şunları söyler.

"Dünya ben tanımadığım için kocamandı. Kimsenin ne olduğu, ne yaptığı ve onlara ne yapıldığı belli değildi. Biz ânın içinde andan habersizdik. Aynı anda yaşıyor ve birinin her yeri ağrıyorsa bu ağrılardan bize düşecek paya vereceklerimizi ne zaman ödeyecektik? Herkes şahsi borcunu bir şekilde öder ya da borçlu gider. Ödenmemiş borç, unutulmuş ya da affedilmiş değildir, bilirim ama kalabalığa, topluma ait borçlar kime kesilir bu da mı pay edilir, sonrakilere kalır da parasını yiyip içenin, bir şey bırakmayanın kınandığı gibi ayıplar da bize mi kesilir?"

Yine kitapta Dersim katliamı ile doğrudan ilgisi olmayan insanların, geçmişteki izlerin nesiller boyu aktarılması ile dolaylı da olsa etkilenip, dedelerinin günahları ile kirlenmelerini anlatan Behçet Çelik öyküsü "Lori Lori" öyküsü, Yavuz Ekinci'nin "Dedemin Madalyası" öyküsü, Seray Şahiner'in "Çifte Sultanlar" öyküsü ve Barış Bıçakçı'nın "Ekber, Sen..." isimli öykülerini ayrı bir yere koyduğumu belirtmeliyim.

Aynı vatanda aynı yıllarda geçen farklı yaşamları anlatan bu iki kitaptan sonra Malcolm X'in sözünü hatırlamalı:  ''Eğer dikkatli olmazsanız, gazeteler sizin mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise sevmenizi sağlar.''  Geleceğimizi geçmişin yükünden kurtarmadığımız sürece mutluluğa değil huzura bile kavuşamayız.


10 Mayıs 2012 Perşembe

Dumrul ile Azrail - City of Angels


İnsanlaşmanın tehlikeli tuzaklarından biri olan tanım arayışları, içini usul usul yokladığında anlamalıydı oyunun gizli kurallarına yenik düşebileceğini.
Bir hikâyenin sonunu merak etmenin, her şeyin başlangıcı olabileceğini hiç bilmediği için, kendi kurallarıyla genleşen hikâyelerin, sonunda kimleri içine alabileceğini de bilemiyor. Kendi kendine büyüyen hikâyeler, sonunda kimseyi dışarıda bırakmazlar. Yalnızca kahramanlarını değil, ikinci , üçüncü kişilerini, kimi zaman tanıklarını, hatta dinleyenlerini de içlerine alacak kadar genişleyebilirler. Tıpkı kutsal kitaplardaki hikâyeler gibi... Hangi hikâyenin kıyısında kendi hikâyeniz başlar, bunu kim bilebilir ki?
Ben gücümü ölümden alırken, ölüm benden gücümü almıştı. Bunca yılın döngüsü, görünmez elimin dengesinde benden habersiz terazi değiştirmişti. Beni öldüren aşk, aynı zamanda derin bir yaşama gücü vermişti bana. Ölümsüzlükten cayıp yaşayacaktım. Bir gün, onu bulmak ümidiyle yaşayacaktım.

Metinler: Dumrul ile Azrail /Yedi Kapılı Kırk Oda - Murathan Mungan

İlk Yayın:13.04.2011- 08:57

15 Mart 2012 Perşembe

Kalan'lar

Bugün Kalan'lar konulu bir kitap ve filmden bahsetmek istiyorum. İlki Leylâ Erbil'in "Kalan" isimli romanı. 2011 yılının en iyi 10 romanından birincisi seçilen Kalan, daha ilk sayfasında "Bu kitap hiçbir 'ödül'e katılmamıştır." ibaresiyle farklı bir yazarı okuduğumu hissettirmişti. Daha önce Leylâ Erbil okumadığımı belirterek kitaptan bahsedeyim biraz. Kitap üç bölümden oluşuyor. Önsözce, Birinci ve İkinci Bölüm. Baş karakter Lahzen İstanbul Fener'de büyümüş, çocukluğu ablası, annesi ve nefret ettiği annesinin sevgilisi ile geçmiş. Önsözce klasik önsözlerden farklı olarak yaklaşık 70 sayfa kadar şiirsel düz yazıdan oluşan Bizans ve Osmanlı'ya uzanan Anadolu tarihi ile kişisel anıların, felsefe, mitos ve din inancı ile ilgili düşüncelerin birbiri ile kaynaştığı, bilinç akışı tekniği ile yazılmış bir bölüm. 138 sayfa süren Birinci Bölüm'de ise daha çok aile, çocukluk anıları rehberliğinde Türkiye tarihini de içeren, daha sonra sürgün edilmiş Rum, Ermeni ve Yahudi dostlar, komşular, ilk aşk, devrim hayali, sanatçı ve kadın olarak birey olma zorlukları var. Bütün bunları anlatırken karakteri seçimleri için sorgulayan ve gerçeği araması/anlatması konusunda yönlendiren iç sesi de eşlik ediyor. Anlatımının karmaşıklığı ve ikincil bir sesin müdahalesi ile deliliğin kıyılarında dolaştırdığı karaktere İkinci Bölüm'de konulan "deli" teşhisinden bahsediyor ama okur olarak biz biliyoruz ki aslında normal olandır Lahzen. 20 sayfalık bu son bölümde ise iç ses yazıya hakim oluyor ve karakterin söylemek isteyip söyleyemediklerini ortaya koyarken bir türlü ayrılmayı başaramadığı kocası Sabit (onu da yine ayrılmayı başaramadığı toplumla özdeşleştiriyor) ve birlikte yaşamayı istediği sevgilisi Zeyyat ile konuşmalarını içeriyor. Yaşamının çaresizliğini kabullenmiş ama yine de hayal kurarak veda ediyor Lahzen okura.
Biçimden, kurallardan hem yaşarken hem yazarken hoşlanmadığı belli olan Leylâ Erbil bunu kurduğu cümle yapıları, roman kurgusu ve noktalama işaretleri ile de belli ediyor. Kesinlikle farklı bir yazar okumak isteyenlere tavsiye olunur.

Filme gelince The Descendants dilimize Senden Bana Kalan diye çevrilse de aslında aynı soydan gelenler anlamı taşımaktadır.

2012 yılı En İyi Uyarlama Senaryo Oscar'ı kazanan film Kaui Hart Hemmings'in romanından Alexander Payne, Nat Faxon ve Jim Rash tarafından senaryolaştırılmış. Alexander Payne daha önce de Sideways ile 2005 yılında bu ödülü almıştı. Film, eşi bir tekne kazasında komaya giren Matt King'in, işleri yüzünden ihmal ettiği ailesini karısının bitkisel hayata girmesiyle bir araya getirmeye çalışırken aile içi bir sır ortaya çıkar. Hawai'de yaşayan ve bu sırrı çözmek için kızları ile Kauai'ye giden Matt ailesinden kalan araziyi de ziyaret eder. Aslında çok zengin olmasına rağmen aileden kalan mirası kullanmamak gibi bir düstur edinmiştir ve diğer kuzenleri tarafından arazi satışını gerçekleştirmesi için atanan kayyumdur. Kızları ile yaşadıkları, öğrendiği sır ve aile mirasına duyduğu saygı sebebi ile Matt yeni kararlar alır. Oyunculuk açısından oldukça başarılı olan film özellikle maddiyatın yüceltildiği günümüz dünyasında kanaatkâr olmanın ve kendi emeği ile çalıştığını harcamanın değerini ortaya koyuyor.






12 Mart 2012 Pazartesi

Dokunulmazlar - Intouchables





Soru: Yirmi gün içinde evden sadece doktora gitmek için çıkan ve kendini ilk iyi hissettiğinde yemeğe çıkıp (onda da kocası hastalanarak) eve dönen blog yazarı bu süreyi nasıl geçirir?
Cevap: Televizyondaki bütün sağlık, moda, dekorasyon, yemek programlarını ve sektör tanıtımlarını izler. Kendini toparlamaya başlayınca biraz kitap okur biraz film izler. Hatta bazen öyle güzel bir film izler ki, filmi seçen zevk sahibi kocasına şükran dolu gözlerle de bakmayı ihmal etmez. :)

Dokunulmazlar, Olivier Nakache ve Eric Toledano tarafından yazılıp yönetilmiş 2011 yılı Fransa yapımı  bir film. Küçük Beyaz Yalanlar'dan tanıdığımız François Cluzet, yamaç paraşütü yaparken kaza geçirip boynundan aşağısı felçli ve ultra zengin Philippe'i, Omar Sy ise sekiz yaşında iken, çocuğu olmayan teyzesi tarafından evlat edinilip Senegal'den Paris'in varoşlarına gelip, hırsızlığa karışan Driss'i canlandırıyor. Hayat şartları, tarzları, zevkleri, eğitimleri  aslında arkadaş olmalarına imkân tanımayacak iki insan Philippe'in bir bakıcıya tekrar ihtiyaç duyması, Driss'in ise sosyal yardım alabilmek için iş başvurusunda bulunduğuna dair bir imza almak zorunda olması ile karşı karşıya gelirler. İş görüşmesi sırasında motivasyonun nedir sorusuna verdiği "Earth Wind and Fire" cevabı ve güzel kızıl Magalie'yi gösterince Philippe karşısındakinin diğer bakıcıları gibi sıradan olmadığını anlar. İmzayı ertesi gün alabileceğini söyler, ertesi gün onun için ayrılan odayı ve evin lüksü ile Driss'i işe başlamaya ikna eder. Bundan sonrası iki arkadaşın, iki insanın benzer olmasının hiçbir anlamının olmadığını, ak ve kara gibi farklı olsalar da birbirlerinin hayatlarını nasıl güzelleştirebileceklerini anlatan, insanın en zor sağlık koşullarında bile hayatını paylaşabileceği eğlenebileceği biri varken, tüm dertlerinin küçüldüğünü gösteren, izlerken hiç bitmesin dediğim çok güzel bir film olmuş. Filmin gerçek bir hikâyeden alındığını da söylemeliyim tabi, herkese tavsiye ederim.

9 Şubat 2012 Perşembe

Bir (Film+Kitap)=Anadolu

Sevgili bebişimle izlediğimiz ilk film Bir Zamanlar Anadolu'da ve okuduğumuz ilk kitap da Serenad. İkisi de Anadolu topraklarında geçen olayları anlatıyor. Murathan Mungan'ın Yedi Kapılı Kırk Oda kitabının İkinci Levha bölümünde söylediği gibi:
 "Söze 'bir zamanlar' diye başlamak, sözü ne kadar eskitebilir ki? Tarihin bütün zamanları eskidir. Şimdi'den bakıldığında hepsi eskir. Tarih ancak nasıl anlatıldığıyla yakınlaşır bize.
Bazen daha eski zamanlarda geçtiği halde, bize daha yakınmış gibi gelen olaylara, insanlara, durumlara zamanın rengini veren onların nasıl anlatıldığıdır."

Önce filmle başlayalım.Üç Maymun'dan sonra yine suç ve Anadolu insanının suça bakışı üzerine bir film yapmış NBC. Fakat Üç Maymun'un aksine sebep-sonuç ilişkisi net değil daha çok İklimler'in belirsizliği hakim. Üç Maymun'da maddi sebeplerden ötürü patronunun suçunu üstlenen bir şoför vardı ve adaletin aldatılması sonucu oğlu da suç işleyen şoförün oğlunu kurtarmak için bu suçu başka birinin yüklenmesini sağlaması anlatılıyordu. Bir nevi suç transferi denebilir sanıyorum. Bir Zamanlar Anadolu'da filminde de benzer bir konu var. Bir cinayet soruşturması sırasında savcı, doktor ve komiserin suç kavramına yaklaşımları ve hayatlarının bir noktasında suçla karşılaşma ve buna göre değişimleri. Filmin en beğendiğim yönlerinden biri ölüm sebebi diye kayda alınan kavramın aslında gerçekten ölümün oluşumuna neden olan olay olup olmamasının incelenmesi. Şöyle ki aslında ölüm sebebi travmaya bağlı kan kaybı olarak kayda geçebilir ama esas sebep o kişinin başkalarınca yüksek bir yerden aşağı atılmasıdır ama kayda, fiilin sonucu sebep olarak yazılır. Bunun yanında filmde fazlası ile dikkatimi çeken açık noktalar var. Birincisi her şeyi sorguladığını düşünen savcının kendi karısının ölümünü gözü kapalı olarak kabullenmesi. İkincisi ise doktorun otopsi yapıldığı sırada maktulün diri olarak gömüldüğünü gizleme çabası ve maktulün kanının hem mecazi hem gerçek anlamda üstüne sıçraması. Şimdi doktorun bu hareketi karşısında insan, sunucu olduğu törende ödül almış Meryem Uzerli şaşkınlığı yaşıyor: Ama neden, ama neden?? diye sormaktan kendini alamıyor. İnsanın aklına bir kaç sebep geliyor ama hiçbiri için işte bundan oldu diyemiyor. Bunun haricinde komiseri canlandıran Yılmaz Erdoğan'ın ve doktoru canlandıran Muhammet Uzuner'in oyunculuğuna bayıldım. Fakat Fırat Tanış'ın dublaja katılmamış olması sesini çok iyi bilen seyircide yabancılaşma duygusu yarattığını da söylemeliyim.

 BZA'nın Oscar yolculuğuna çıkamayacağı tam filmi izledikten sonra belli olmuştu. Hikâyesi çok güçlü olan Serenad romanı ise eğer filme çekilirse, eminim Oscar bile kazanır. I. ve II. Dünya Savaşları sırasında soykırımdan kaçmaya çalışan 3 kadının hikâyesinin anlatıldığı roman edebi olarak beni çok mutlu etmese de olayların gerçekliği bakımından oldukça sarsıcıydı. Türkiye topraklarında yaşanan Struma faciasının sonuçları, Kırım Türkleri'nin İnönü hükümeti tarafından kışkırtılıp ortada bırakılması, Ermeni tehciri... Bu üç olayın kesişimindeki Maya Duran çok derinlemesine hissedebildiğim bir karakter olmamasına rağmen, kitabın başlarında Zülfü Livaneli'nin bir kadının sesini çok iyi yazıya döktüğünü düşündüğüm bölümler oldu. Umarım bu romanı da Mutluluk gibi harika bir filme dönüşür.


Filmle ilgili ve kitapla ilgili daha detaylı iki yazı için lütfen renkli bölümlere tıklayın.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...