26 Mart 2011 Cumartesi

Nuovo Cinema Paradiso

Hayatın bahşişlere aç, paragöz yer göstericisi; onun yerine, muhtemelen depreme dayanıksız, bir apartman oturttu... Atilla Atalay - Çiğdem Sineması

19 Mart 2011 Cumartesi

Motosiklet Günlükleri

"Ben artık eski ben değilim." Ernesto Guevera
23 yaşındaki Ernesto Guevera de la Serna tıp okulundan cüzzam uzmanı olarak mezun olmak üzeredir ve biyokimyager olan arkadaşı Alberto Granada ile onun 30. doğumgününü kutlamak için Latin Amerika'nın içlerine doğru bir motosiklet yolculuğuna çıkarlar. 4 Ocak 1952 yılında başladıkları bu yolculuk esnasında yaşadıkları her ikisini de etkiler ama Ernesto'yu dünyadaki haksızlıklar üzerine daha fazla düşünmeye iter.

Filmin başında ve sonunda da belirtildiği gibi, bu film büyük eylemleri açıklayan bir öykü değil. Dünya politik tarihinde var olmuş çok önemli bir insanın, hayata bakışını oluşturmaya başladığı, yaşamının önemli bir kesitini içine alan bir yolculuğu anlatıyor. Nasıl oluyor da, filmin başında Alberto'nun şaka yollu söylediği "silahlı devrim yapalım" sözüne karşı çıkmışken, yolculuğun sonunda apayrı bir yola gidişinin sebeplerini anlamamızı sağlıyor. Her değerli yolculukta olduğu gibi fiziksel olmasının yanı sıra içsel bir yolculuk da anlatılıyor. Filmin ilk kırk dakikasında içsel olarak bir değişim yaşanmıyor (bunun için de filmin içine girmek oldukça uzun sürüyor) Lorca ve Neruda şiirleri eşliğinde açlık, hava ve doğa ile mücadelelerini, motorları La Poderosa'nın sık sık bozulmasını izliyoruz. Bu süre, yolculuk güzergâhını anlatma amacı ile fazlaca uzun olmasına rağmen karakterleri başlarından geçenler aracılığı ile tanıdığımız bir bölüm. Alberto daha tatlı dilli ve çıkarlarına uygun hareket eden, eğlenceye düşkün, tabiri caizse "fırlama" kişiliği ile fiziksel yolculuğun pilotu konumunda, Ernesto ise insanları kırma pahasına gerçek fikirlerini söylemekten çekinmeyen ama astımlı olmasına rağmen ilaçlarını karşılaştığı insanlarla paylaşabilecek kadar ince bir ruha sahip.

Ernesto'nun sevgilisi Chinchina'dan kötü bir mektup alması da kendisini etrafındaki insanlara adamasında etkili olur. Çünkü artık geri döneceği bir sevgilisi yoktur. Atacama Çölü'nde iş bulmak için yollara düşmüş, topraklarından kovulmuş komünist bir karıkocanın anlattıkları, gözlerindeki tedirginlik ve arkadaşlarının polis tarafından alınıp, okyanusa atılmalarından etkilenir. Peru'da toprak sahipleri tarafından kovulan çiftçilerden, Şili'de İnka uygarlığının kalıntılarının üzerine yapılan çarpık yapılaşmadan etkilenir. Lima- Peru'da Dr. Hugo Pesce'nin evinde kalırlar ve oradaki hastanede incelemeler yaparlar. Dr.'dan bazı politik kitaplar alır ve yollarına devam ederler.

Rugby oyuncusu olan Ernesto'ya saldırgan oyun tarzı yüzünden "fuser" lakabı takılmıştır ama filmde bu saldırganlık ve öfke ile ilgili gördüğümüz tek şey, madende çalışmak için işçi seçen adamın kamyonuna (o da hareket ettikten sonra) taş atması. Oysa biz Abbas Güçlü ile Genç Bakış'ta bile daha öfkeli arkadaşlar gördük, demek ki o zamanlar Ernesto üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlemiyormuş diye düşünelim...

Alberto ve Ernesto San Pablo'daki cüzzam kolonisine varınca esas büyük değişim başlar. Oradaki hastalarla olan ilişkileri, onlar için yaptıkları ile hastalar tarafından da çalışanlar tarafından da çok sevilirler. Koloniden ayrılmadan önceki gece Ernesto'nun doğumgünüdür ve bir kutlama yapılır. Hastalar ile çalışanlar bir nehrin iki farklı kıyısındadırlar. Ernesto doğumgününü kutlamak için hastaların yanına da gitmek ister ama görünürde kayık yoktur. Astımlı olmasına ve daha önce bu nehri kimsenin yüzerek geçememiş olmasına rağmen, kendini gecenin karanlığında soğuk sulara bırakır. Bu gelecekteki yapacakları için de bir temsildir. Kimsenin cesaret edemediği bir nehire (emperyalizm ile savaş) üstelikte astımlıyken (yeterince gücü yokken), hastalar (ezilenler) için atlayıp onların yanında olmak isteyen bir burjuva çocuğu. Karşı kıyıda sevinçle karşılanır ve ertesi sabah Kolombiya'ya doğru yola çıkarlar. Bu koloni Ernesto'nun "Che" (dost, kardeş) olduğu yerdir.

Karakas'tan ayrılırken Alberto, gelecekle ilgili planlarından bahseder ve Ernesto'yu da çalışacağı yeni hastaneye davet eder. Ernesto ise "Uzun uzun ve ısrarla düşünmem gereken şeyler var" der. "Çok fazla haksızlık var, değil mi?" diye ekler.
1967'de idealleri uğruna Bolivya'da savaşırken, öldürülür.

18 Mart 2011 Cuma

Öpücük Balığı

Çocukmuşuz biz... O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bi kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet... Dünyanın zillerini çalıp vınn kaçıyoruz...
Atilla Atalay

17 Mart 2011 Perşembe

Üvey

Anlatırken değişir yaşanan. Anlatırken anlatanın istediğine döner her şey. Hiçbir şey yeniden yaşanmaz anlatırken, ilk kez oluşur, başka şeylere dönüşür derken... Onur Caymaz

5 Mart 2011 Cumartesi

Garage Olimpo

"Bütün bu kökü dışarıda fikirleri kafanızdan sileceğim." - Felix
 Maria, 70'li yıllarda on sekizinde Buenos Aires'te Fransız annesi ile yaşayan, bir örgüt altında politize olmuş ve varoş mahallelerinde fakirlere okuma yazma dersleri veren bir kızdır. Büyük ama eski bir evde, kendisine aşık olan kiracıları Felix ile birlikte yaşamaktadırlar. Maria onun aşkına karşılık vermez. O sıralar askeri dikta yönetimdedir. Bir gün Arjantin ordusundan askerler eve gelir ve Maria'yı tutuklarlar. Annesi onu nereye götürdüklerini sorduğunda 23. No'lu Polis Karakolu'nu söylerler ama oraya kızını aramaya gittiğinde "orada olmadığını" ve "isyancıların" kızı kaçırmış olduğunu söylerler. Oysa kız Olimpo Garajı denilen garaj görünümünde ama gözaltındakilere işkence yapılan bir yere götürülmüştür. Maria'yı konuşturmak için yapılan işkenceler sonuç vermeyince, komiser bu konuda uzman olan birini görevlendirir ki bu, bir garajda çalıştığını sandıkları kiracıları Felix'ten başkası değildir. Felix onu nispeten korumaya çalışır ama diğer taraftan da Maria'nın dışarıda onunla birlikte olmadığını unutmaz. Uyum sağlayan mahkumlar garajda çalıştırılırlar, arabaları tamir eder ve temizlerler.

"Korkunu belli etmemen gerek. Mutluluk, umutsuzluk, üzüntü... Hepsini gizlemelisin."
Felix ve diğerleri gözaltına aldıkları insanların kıyafetlerine, ayakkabılarına ve saatlerine el koymaktadırlar. Hatta anne-kızın evine göz diken Texas (askerlerden biri) Maria ile görüştüreceğini söyleyerek evi kendi üstüne geçirir ve anneyi şehrin dışında bir yerde öldürür. Bir gün Felix Maria'yı gizlice dışarı çıkarır. Parka giderler ve Maria salıncağa biner. İşkence görmüş insanların belki de özledikleri en önemli şeydir masumiyet.

Kötülük insanın doğasında olan bir kavramdır, iktidar sahiplerince göz yumulduğu ve ayrıcalık tanındığı durumda, okulda öğrencilerin alt sınıflara zorbalığına, ailede büyük kardeşin küçüğüne, toplumda erkeğin kadına şiddetine ve devlet güçlerinin halka eziyet etmesine dönmesi çok kolaydır. Filmde de böyle olur. Kötülüklerine bir amacı kılıf edinen ve kendilerini bu denklemde "iyi" çıkaran "güçler" hayatlarına mutlu devam ederler.

Zamanı gelen tutuklulara "aşı" yapılarak, cezaevlerine gönderilmek üzere askeri uçaklara bindirilirler. Biliriz ki onlar hiçbir zaman hapishanelere ulaşamayacaklardır, bize de yabancı bir olay değildir bu. Arjantin'de 1976-1982 yılları arasında 9000-30000 arasında kişinin gözaltında öldüğü tahmin edilmektedir ve suçlular hâlâ dışarıda dolaşmaktadır. Bu film tüm dünyadaki Cumartesi Anneleri'ne adanmıştır.

3 Mart 2011 Perşembe

Pablo ve Dosto

Suç ve Ceza'da Raskolnikov'un can dostu Vrazumihin, Rodya'nın annesi ve kız kardeşini kaldıkları pansiyona götürürken, hem sarhoşluğun tesiri hem de Dunya'ya çarpılması sonucu, nefesalmadan kendinden ve görüşlerinden bahseder. Evinde bir parti vermiştir. Bir takım insanlar bir araya gelmiş ve tartışmışlardır.

-Onlara palavra savurdukları için mi kızıyorum sanıyorsunuz? Saçma! Ben yalanı severim! Yalan insanların bütün öteki yaratıklara karşı biricik üstünlüğüdür! Yalan söylersin ve böylece gerçeğe ulaşırsın! Ben yalan söylediğim için insanım. Önceden on dört kez, hatta belki yüz on dört kez yalan söylemeden hiçbir gerçeğe ulaşılmamıştır ve bu kendine göre onurlu bir iştir. Oysa biz yalanı bile kendimiz kıvıramayız! Bana bir yalan söyle, ama bu yalan senin olsun, senin uydurduğun bir şey olsun, alnından öpeyim! Kendine ait bir yalan başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha iyidir. Birincisinde sen bir insansın, ikincisinde ise bir papağan! Biz şimdi neyiz? Biz şimdi, ayrıcalıksız hepimiz, bilimde, gelişmede, düşüncede, buluşta, ülküde, istekte, liberalizmde, akılda, tecrübede, her şeyde, her şeyde, her şeyde daha kolej hazırlık sınıfındayız! Başkalarının aklıyla yetinmek hoşlarına gidiyor, alışmışlar bir kez!


Bunu okuyunca aklıma Pablo Picasso'nun şu sözü geldi:
-Hepimiz biliyoruz ki, sanat doğruluk alanına ait bir şey değildir. Doğruyu –en azından, anlamamız için bize dayatılan doğruyu– fark etmemizi sağlayan bir yalandır sanat. Sanatçı, yalanlarının doğruluğuna başkalarını ikna edecek yolu bulmalıdır.
Yalanı kötü bir şey sanıyordunuz değil mi?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...