20 Mayıs 2009 Çarşamba

Mezbele

Sevgili anneannemin müthiş sözlerinden biridir zibl. "Şu zibilleri topla" der genelde ya da "zibil küreğini getir". Mezbele zibl'in mekan haline gelmiş hali. Çöp-çöplük... Arapçaymış, Nişanyan yazdı bugün. Ziblu da Asurcasıymış.

Modern hayat bazen insanın kendini mezbelelik hissetmesine neden oluyor. Bazen gerçek acıyı hissediyorsun, tükenmişliği, işe yaramazlığı. "tanıdık" kendinden uzaklaşıp "yabancı" bir ben oluyorsun.
Yaşanılan pişmanlıklar, suçluluklar ve öfke ile.

Herşey bir insanı sevmekle değil de kendini sevmekle başlayacak. Tüm zayıflıkları, karanlıkları, korkuları, çıkmazları ile. Ama sevebilmek için tanımak lazım öncelikle. Tanımak için de yaşamak, tecrübelerden geçmek, acılarla pişmek lazım.

Başka birini sevmekle başlayan herşey o insanın sevgisinin devamlı test edilmesine ve geçilemeyen her testte, başladığı sanılan herşeyin sonlanmasına sebep olacak. Bağımlılık, terk edilme korkusu, bağlanma korkusu, modern hayatın insanın kendini tanımaktan kaçmasına sebep olması, kendiyle yüzleşmekten ve kendini hep iyi yönleri ve mükemmel görme isteği ile engellenecek. Hep oyalanacak insan, hakikatin üstünü örterek... Yalnız kalamıyorsun hep birilerine ihtiyaç duyuyorsun. Bir bakmışsın kendini birinin rehinesi yapmışsın. Sonra başka birinin, sonra başka birinin...

Bir göl düşünün ki kendisine nehirler akmıyorsa, kendi güzelliğini kaybedip bulanıklaşıyor.
Halbuki göl kendine yetebilir.

Dün bir arkadaşımla konuşuyorduk. Hayat nedir diye sormuş bir hocası. Üç arkadaş cevap veriyor. Arkadaşım "mücadele" diyor, bir başkası "saçma" diyor, bir başkası "mutluluk" diyor. Hoca onlara hayatı bu hale getirenlerin kendileri olduğunu söylüyor. Yani nasıl algılıyorsan öyle yaşıyorsun diyor.
Benim cevabımsa "yolculuk".
Kendine ve hayatın anlamına dair...
Peki hayatı algılayışımızda karşılaştığımız olayların etkisi yok mu? Mücadele etmeden herşey bize sunulsa mücadele olarak algılar mıyız? Kendimizi gizliyor, görmek istemiyor olmasak bir yolculuğa ihtiyacımız olur muydu?

Varoluşçulukta olduğu gibi şu an ne olduğumuza çok etki edememiş olabiliriz ama bundan sonra ne olacağımıza biz karar veririz.
Bunun içinse ne olduğumuzu bilmek gerek.

Her koşul altında doğru davranmaya çalışmak, davranmasan bile böyle yaptığını sanmak nasıl bir dalgınlık nasıl bir uyur-yaşama halidir? Ne zaman mantıkla duygu arasındaki ince çizgide yürümeyi başarırsan ruhsal dengeyi kurmuş oluyorsun. Belki sırat köprüsünün metaforik yansıması budur...

Not: Tesadüfler vasıtası ile hayatıma girmiş iki arkadaşımla yaptığım e-mail ve sözlü konuşmaların ışığında yazılmış bir yazıdır. Umarım yayınlamamdan rahatsız olmazlar...

15 Mayıs 2009 Cuma

hayal revizyonu




Farkettim ki bir zamanlar çok istediğim, fena tepki almayan bir iki deneme yapabildiğim köşe yazarı olma hayalimden çoktan vazgeçmişim. Sebebi okuduğum yazarlarda gördüğüm tükenme. Düzenli ve her konuda yorum yapma baskısı bir süre sonra yazarları ahkam kesen insan konumuna getiriyor.


Her ne kadar yazarak bir istikrar sağlama niyetim olsa da ahkam kesmek kesinlikle isteyeceğim birşey değil. Üstelik buna kaymak o kadar kolay ki. Bir anda havaya girersin çok fazla bilgin olmasa bile, belki araştıracak vaktin olmadığı için, belki kendine çok güvendiğinden başlarsın tartmadan yazmaya.


Sonra sıkışırsın aynen köşeye. Ben kenarlarda olmayı, dolaşmayı seviyorum. Kenar boyunca ve o kenardan bu kenara...


Tükendiğini hissettiğinde bırakabilen çok az insan var bizim coğrafyada. Bir tanesi de Taraf yazarı Gökhan Özgün. Okumayanlara tavsiyemdir. Eski yazılarını netten bulabilirsiniz.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...