30 Kasım 2006 Perşembe

Tren kazasi

Avrupa Birliği Komisyonu'ndan 8 konunun askıya alınma kararı çıkmış.

Bunun üzerine "acaba bi tren kazası olur mu" merağı başladı.

Bir "nek" vardı, hani canı sıkılan... Kırlarda otlayan, trenlere bakması ile ünlü.

Ama bizim AB ekspresi, bence Türkiye'den geçerken kaza filan yapmaz, yapsa yapsa bir iki bön bön bakan "nek" ezer. Kontrollü bir şekilde hızlanır, ilerler, ilerler tam bizim istasyona gelirken yavaşlamaya başlar. Biz trene binmek için ayağa kalkar, bikaç adım atarız, elimizde çantalarımız. Sonra tren durur, hah deriz bizim tren geldi, hoş geldi.

Tam kapı açılsa da binsek deriz, o sırada makinist düdüğünü öttürür... Biz de giden trenin arkasından mendil sallarız, gözümüzde yaşlar...

29 Kasım 2006 Çarşamba

Fikrim geldi...


İstanbul'da trafik sanıyorum 3 aydır hiç olmadığı kadar kötü. Normalde yarım saatte gidilecek yere ancak 1.5 -2 saatte varılabiliyor. Sinirler haraboldu. Ağlayarak eve girdiğim zamanlar çok. İki gündür evime erken gidiyorum diye çok seviniyorum!

Merak ettim bu nasıl oldu diye... Sonunda birileri duruma dur demiş ve bu trafik sıkışıklığına sebep olan müteahhit firmalara ceza kesilmiş. Kurallara uygun olmayan şekilde çalışma yapıp trafiği engelledikleri için...

Peki cezayı kesenler aldıkları bu cezalarla, durumdan mağdur olan biz sürücüler için ne yapacak?

a)Taşıt vergilerini artırmayacaklar.
b)Taşıt vergilerini az artıracaklar.
c)Taşıt vergilerini eskisi gibi artıracaklar.
d)Yeni ihaleler açıp yeni trafik sıkışıklıkları yaratacaklar.

Büyük ihtimalle a şıkkı hariç hepsi olası! Hatta buraya yazıyorum benzine her ay zam yapmaya devam edecekler.

Yaşadığımız sıkıntıları gözönüne alarak minik bir jest yapsalar. Mesela kesilen cezalarla İstanbul'da yaşayan insanların, ya bu seneki vergilerinin yarısını alsınlar, ya da benzin fiyatını sabitlesinler.Üstelik bize bunu borçlular. Bu kadar yüksek benzin ve otomobil fiyatı olan bir ülkede ödediğimiz paranın karşılığı olan hizmeti alamıyoruz. Üstelik eziyet çekiyoruz. Çok şey mi istiyorum?

Ya da psikolojisi bozulan sürücülere psikolog, pskiyatrist hizmeti alabilmeleri için yeşil kart filan gibi bir kart çıkartsınlar, ama kesinlikle yeni yol-üstgecit-altgeçit yapmasınlar, istemiyoruz!!!

24 Kasım 2006 Cuma

papa gelir hoş gelir...


Papa geliyoooorrr!!!
Kaç gündür ortalığı ayağı kaldırmış durumdalar Papa geliyor diye... Buyursun gelsin tabi... Ama sarfettiği kötü sözleri yakıştıramadığımız Papa için yapılan gösteriler de, aynı önyargıların kurbanı olan insanlar tarafından yapılmamış mı? Bi durup düşünelim...
Bizim "onlar kafir "diye düşünen insanlarımız, müslümanlar hakkında önyargılı açıklamalar yapan din büyüğünü eleştiriyor!!!
Peki bu "Red Hot Chilli Peppers" sürülesi sözlere hiç mi tepki gösterilmeyecek? Dünyaya kendimizi yanlış anlatmaktan hiç çekinmeyen bizler, "ama sen beni yanlış anladın bebiişiim" mi diyeceğiz...
Tabi ki hayır..
Bence Papa'ya gösterilebilecek çok güzel tepkiler var.
Papa " The Da Vinci Code" isimli kitaba ve filme çok tepki göstermişti zamanında... Öncelikle kitabı okuyanlar yanlarına kitaplarını alsınlar, olmayanlara kitabevlerinden bi kaç yüz tane dağıtılsın, korsanları da olur. Bunları kapan vatandaş Papa'nın ziyaret güzergahına dizilecek ve ellerindeki kitapları Papa'ya gösterecekler.
Ayrıca bir filmde Meryem Ana'yı canlandıran sonrasında rolüne uygun davranmayıp evlilik dışı çocuk doğurduğu için Papa'nın kızdığı oyuncu Keisha Castle-Hughes'u, Da Vinci Şifresi'ndeki Tom Hanks ve Audrey Tatou'yu Türkiye'ye davet edip bütün televizyonlara çıkarıp, programlar yapalım.. Sabah Sabah Seda Sayan'dan, Fatih Altaylı'nın Teke Tek'ine her programda onlar olsun...
Papa sinirinden kitabı yazanı ve oyuncuları aforoz ediverecek. Böylece Hristiyan dünyası bir kez daha karışacak, bize de kıs kıs gülmek düşecek...
Hadi bakalım el mi yaman bey mi yaman....

Amadeus


Doğumunun 250. yılı yani 2006 dünyada Mozart yılı ilan edildi. Bunun üzerine Dtgm Amadeus isimli oyunu sahneye koydu. 5.11.2006'daki temsiline gittiğim, rejisini benim de Dialog'a gitmeme yardımcı olan büyük usta Can Gürzap 'ın yaptığı Amadeus muhteşem bir oyun! Aradan 20 gün geçmesine rağmen oyuna ait sahneler gözümün önünden gitmiyor.

Başlangıçta oyuncuların izleyicilerin arasından sahneye çıkması, ilk anda "ne oluyoruz protesto mu yapılıyor?" heyecanı yaşatsa da, bu heyecan oyunun temposunu baştan yakalamak için sıkı bi çimdik oluyor... Oyunun başrolünde Celal Kadri Kınoğlu (Salieri) ve Zafer Algöz (Mozart) var. Oyunun 3 anlatıcısı var. Olaylar Salieri'nin gözünden aktarılıyor bunu Salieri'nin kendisi yapıyor. Bu sırada sahne yani yaşam duruyor. Sanki o anları Salieri ile birlikte tekrar yaşıyoruz. Ayrıca dış olayları aktaran iki Venticelli var.

Olayları birebir Salieri ile birlikte yaşayıp, aslında iyi ve ahlaklı bir insanın nasıl kötülerin safına geçtiğini izliyoruz.

Kıskançlığın bir insanın gözünü nasıl karartabildiğine,Tanrı ile anlaşma yaptığına inanan Salieri'nin anlaşmaya uyanın sadece kendisi olduğunu farketmesiyle acımasızlaşmaya başlamasına şahit oluyoruz.
Saray bestecisi Salieri'nin, Mozart'ın ölümünden kendisini sorumlu tutması ile -pek de haksız sayılmaz- vicdanının sızlamasına dayanamayarak intihara teşebbüs etmesi fakat başarısız olması ve aslında hayran olduğu büyük dehanın 35 yaşında ölmesinden duyduğu acı ile kendi ölümünü bekleyişi... Baştan sona dekoru, efektleri ve donan anları ile temposu hiç düşmeyen bir oyun.
Mozart'ın yatağında değil de çalışma masasında ölmesi eleştirilmiş. Oysa ki bu oyun amacına benzersiz bir şekilde ulaşıyor. Hayatta başarılı olabilmek için dahi olmak gerekmediğine hatta dahi olmayanların, iyi pazarlama stratejileri ile çok daha iyi koşullara kavuştuklarını, dahilerin ise bu zekalarını doğru yönlendiremediklerinde açlıktan bile ölebileceklerini gösteriyor.
Ayrıca kötülüğün de bir sebebi olduğunu anlayabiliyor insan, hatta Salieri'yi bile yürekten anlayıp hislerini paylaşabiliyor. Kimbilir belki de benzer şeyleri daha ufak çapta kendi hayatlarımızda yaşıyoruz... Kısacası oyun ve oyuncular tüm salon tarafından ayakta alkışlanmayı sonuna kadar hakettiler ve de dakikalarca alkışlandılar.
P.S. Oyun sırasında ara ara sahneye çıkan ve rol çalan kedi de çok sevimliydi :) Anladık ki AKM kedi seviyor :)

http://arsiv.sabah.com.tr/2006/11/01/gny/ksa102-20061031-200.html
http://arsiv.sabah.com.tr/2006/11/11/gny/gny130-20061111-200.html

Bana özrün resmini çizebilir misin Abidin?

21 Kasım 2006 Salı

Ay Yıldızımız parlasın!


İnsana yaşadığı sorunlar, olaylar herkesinkinden büyük ve önemli gelir ya genelde hani dünyanın merkezi oymuş gibi... Bu sefer, bu olay ülke olarak başımıza geldi hem de bize öyle gelmiyor bu sefer, gerçekten öyle. Dünya gündeminin merkezindeyiz! Hani şu ülkemizin “meşhur jeopolitik konumu” var ya ondan olsa gerek.

Önce Ermeni soykırımının Fransa’da yasalaşması, sonra Orhan Pamuk’a nobel ödülü verilmesi...Şimdi de Kazakların Enka’da çalışan Türklere saldırması. Sonra Avrupa Birliği’ne girme çabalarımız.Bir şekilde hep gözönündeyiz.

Kuzey Kore bile nükleer silah denemesi yaptığı halde bizim kadar dünya gündemini meşgul etmeyi başaramadı. Ona buna laf atan ikinci sınıf magazin yıldızları gibi kaldı.

Türkiye ise Hülya Avşar misali ne yapsa olay oluyor...Türkiye ile ilgili her haber öyle ya da böyle tanıtımımıza yarıyor. Ne demişler reklamın iyisi kötüsü olmaz. Artık dünyanın en ücra köşesindekiler bile Türkiye diye bi ülke olduğunu biliyorlardır...Tiyatro yarışmasında, sunucu Pınar Altuğ’un dediği gibi birisi Türkiye’ye “Yıldızınız parlasın!” dedi...Ama korkuyorum Kuzey Kore kıskançlığa kapılıp bi dahaki nükleer denemesini bizim üstümüzde yapar diye! O zaman tam parlarız alimallah!!!

Palace of Peace yazısı.. Muhendis mi dediniz??




İnşaat Mühendisliği zor meslek...Bi defa üniversitede bu bölümü kazanmak zaten zor. Bi sürü matematik, geometri, fizik, kimya, biyoloji sorusu cevaplayacaksın. Kazandıktan sonra okuması da zor bi sürü ders, staj, uzmanlaşacak dolu konu... Bunları da kazasız belasız atlattık diyelim, iş bulmak ayrı bir çaba gerektiriyor. İşi buldun da, çalışmak istediğin dalda bulmak deveye hendek atlatmak değil, su aygırına ip atlatmak gibi bişey

Bunları başarmış biri olarak sonradan karşılaştıklarım beni şaşkın ördeğe çevirdi. Bir defa inşaat mühendisi dediniz mi zemin ıslahından, baraj yapımına, yol mühendisliğinden, villa yapımına herşeyi bildiğinizi sanırlar. Ben o konuda uzman değilim derseniz “E sen inşaat mühendisi değil misin ?” derler...

Hele deprem olduktan sonraki durum içler acısıydı... Eskiden aile tanıdıkları gülerek “yuvamızı yaparsın artık” derdi, deprem sonrası, yok bu bina kaç şiddetinde depreme dayanırdan, depremde binamız yorulmuş mudur? Ben bi dinleneyim hele der mi’ ye varıncaya kadar neler neler. Allahtan girip mastır yaptım da sismoloji, deprem mekaniği filan güzel güzel konuşabiliyorum...Toplum içine çıktığında iki çift laf edebiliyorsun hem de havan oluyor...

İşverenler ve eş dost yaklaşımları böyle iken, mimarların yaklaşımı daha başka. İnş. müh.lerle mimarlar arasında garip bi elektrik vardır, koalisyon ortağı iki parti gibi. Hep kimin sözü geçicek kavgası olur. Mimarlar fizik kurallarına aykırı şeyler ister, sen mühendissin yap derler. Tamam mühendisim de, yerçekimi ile depremi de kaldıramam ya dünyadan!.. Üstelik istedikleri şeyin mümkün olup olmadığını hemen söylemenizi isterler. Şu açıklığı kolonsuz geçebilir miyiz, geçemezsek kaçlık kiriş koymalı gibi... Sanki hemen kafadan çarp, böl cevabı söyle der gibi. Kalkülatör muamelesi yaparlar.
--Abi senin model kaç?
--İTÜ 99 ben, ya sen?
--Ben ODTÜ 85.
--Piyasada var mı abi sizlerden bi daha çıkmadı o modeller...

Ama en kötüsü galiba proje bitince adam yerine konmamak. Kazakistan Astana’da Barış Sarayı (Palace of Peace) projesini yaptık, projenin açılışı yapıldı. Herkes oradaydı, Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev, Sembol İnşaat’ın sahibi Fettah Tamince, Tabanlıoğlu Mimarlık’tan Murat Tabanlıoğluve diğer mimarlar... Peki ya statik ekipten?? Bizden kimse davet edilmedi anladım ki proje mühendisinin değeri budur... Proje mühendisi eşittir hesap makinesi... Hesabı yaptıktan sonra C tuşuna sonra da OFF’a basılarak bi kenara kaldırılır.. Yeni hesap yapılıcağı zaman da ON tuşuna basılır...

Palace of Peace 60m yüksekliğinde çelik bir piramit. Amaç “Geleneksel Dinler Kongresi”ne ev sahipliği yapacak bir anıt-yapı yapmaktı...Piramidin girişi opera salonu olarak tasarlandı. Ben de bu projede sahne dekorlarının idare edildiği Sahne Yapısı, yangın merdivenleri ve en üstteki Cradle’a çıkan rampaların projelerinde çalıştım... Şu anda da yine Astana Stadyumu’nun projesi üzerinde çalışıyoruz... Bir ülkenin sanat damarını kopartmaya gönlüm razı olmadı ama acaba spor damarı daha mı önemlidir? Bizi bu sefer de davet etmezlerse “Yıkarız bu stadı” diye bağırmak geliyor içimden...

Zaten yerli basın da mühendislik olaylarına pek ilgili değil. Haberlerde bizim adımız geçmediği gibi mimarlık eleştirmeni Hugh Pearman’ın yazısını çevirirken Arçe ismini silmişler... Mimarların ki duruyor, bu işte bi iş var deyip,biraz genel kültürüm olsun diye bi kaç mimarlık dergisi almaya karar verdim. Gidip kapağında patates resmi olan bir dergi aldım. Patatese de sanat eseri gözü ile bakabilirsem mimarlık mastırını kaptım demektir!!!

Türk Zekası.

Kuzey İrlanda'daki Ulster Üniversitesi'nden Profesör Richard Lynn, Avrupa Birliği ülkelerinde (IQ) araştırması yaptı. Türkler kaçıncı oldu dersiniz? 23 ülke arasında yapılan araştırmada 22. olmuşuz! Hollanda, Almanya birinci çıkmış.

Şimdi bu Avrupa Birliği, zengin çocuklarının burslu okuyanların onlardan daha zeki olmasını kabul edememesi gibi kıskaçlıktan ölüyorlar! Bunu da o yüzden yapıyorlar.Şimdi size onlardan daha zeki olduğumuzu kanıtlayayım.
Tamam henüz bizden büyük mucitler çıkmadı. Ampulü , elektriği, matbaayı ve akabinde bütün teknolojik buluşları batı dünyası buldu...Ama ya bizim bulduklarımız...Hemen Onur Erol’un Turkish Delight’ından bahsetmeyeceğim...Tabi ki çok önemli bir tıbbi buluş ama günlük yaşamımızı daha çok etkileyen buluşlarımız yok mu?

Daha önce galiba Hıncal Uluç’un da köşesinde yazdığı stada bedava girme entrikası... Hatırlamayanlar için stada bedava girmek için yapılacakları bir kere de ben yazayım. Önce stadın bir kapısına gidip, görevli polise içerdeki bir arkadaşınızın eşinin rahatsızlandığını, hastaneye kaldırıldığını ve arkadaşınıza haber vermek zorunda olduğunuzu söylüyorsunuz. Polis sizden kimlik istiyor. Ona ehliyetinizi veriyorsunuz. Sonra diğer kapıdan çıkarken ordaki polise arabanızın çekilmek üzere olduğunu söylüyorsunuz ve tabi ki geri döneceğinizi. O da sizi içeri alırken tanımak için yine kimlik istiyor. Ona da nüfus cüzdanınızı bırakıyorsunuz. Sonra gidip ehliyeti alıyor ve teşekkür ediyorsunuz... Daha sonra son çıktığınız kapıdan kimliğinizi alarak içeri girip bedava maçı izlemeye devam ediyorsunuz... Kim bu olayları düşünmek ve kusursuzca uygulamak için süper zeki olunmadığını iddia edebilir?

Peki ya Avrupa’da yaşayan Türkler? Onların yaptıkları bankomat maceraları... Türkiye’den giderken aldıkları 100.000 TL’lerin 1 Euro ile aynı çapta olmasını farkeden göz daha az mı zeki uçağın havada uçması için gerekli dinamikleri bulandan? Peki ya daha sonra bunların kalıbını yaptırıp su ile buzlarını oluşturup bankomatlarda kullanmak? Ne delil ne parmak izi... Su buhar olup gidiyor ve de çok ucuz. Musluktan doldur suyu , sonra doğru alışverişe... Birşeyin kolayını bulmakta üstümüze yoktur. Hazerfen Ahmet Çelebi de yürümekten sıkıldığı için uçmayı denemişti!


Bunlar gibi daha nice icatlarımız var... LPG’li Ferrariler. Zaten LPG de Türk icadı. Hatta Ferrari’nin reklam müdürü ile evlenen Burcu Esmersoy bir röportajında eşinden bir Türk’ün Ferrarisine LPG taktırdığını duyunca utandığını söylemişti. Bence bizim sorunumuz bu. Yeteneklerimizin reklamını yapamıyoruz... Oysaki bu gurur duyulacak bir hadisedir. Nasıl anne-babalar yaramaz çocuklarının yaptıklarını övüne övüne anlatırlar, uslu çocuklarından pek bahsetmezlerse bizimki de o hesap olmalı. Biz sıradan olmayı sevmiyoruz, illa bir çıkıntılık yapmalıyız. Ama sonra bunlardan utanmamalıyız. Neysek oyuz yani...

Bunları yapamayacağımızdan değil korkumuz. Yaparız herşeyin iyisini, doğrusunu yaparız. Sonra ülkemizde herşey yoluna girerse diğer ülkelerin işine burnumuzu sokarız. Dünya barışı tehlikeye girer... O yüzden biz böyle rahat, gevşek, az çalışan bir milletiz. Tabiki aradaki farkı uyanıklıklarımızla kapatıyoruz!

Güzellik!

Güzellik ne zaman bu kadar önemli oldu bilmiyorum... Belki de hep önemliydi ama ben küçükken yani bundan 15 yıl önce, bu kadar değildi. Kuaföre gittiğimde kaşını-bıyığını aldırmaya gelen 11-12 yaşlarında kızlar görüyorum. Minik kadınlar... Ağlaya zırlaya melun tüylerden kurtuluyorlar. Bu kızların Barbie bebekleriyle oynamaları gerekiyordu kendileri ile değil! Bir de geçen yaz saçları röfleli 6'lık bir çıtır gördüğümde durumun vehametini anladım! Hepimiz güzelleşmek için deliriyoruz!

Ben üniversite ikinci sınıfta kaşlarıma ilk kez şekil verdirdiğimi düşününce Kezban gibi hissettim kendimi. Düşünüyorum ben o yaşlarda ne yapıyordum diye... Anadolu liselerine hazırlanıyordum ve hayatımdaki en önemli şey, kısa sürede çok soru çözmek ve zeki olduğumu kanıtlamaktı... O zamanlar ailelerin en önem verdiği şey buydu. Okumak ve meslek sahibi olmak bir kızın ihtiyacı olan en önemli şeydi. Kursa gidiyordum tabi...Kursta güzel kızlar yok muydu hani havalı, onlar gibi olmak isteyeceğin hem güzel hem akıllı... Ama ben hiç güzel olabilir miyim diye düşünmezdim o yaşlarda, sadece dersler önemliydi... Tabi öyle olmak isterdim tercih şansım olsaydı... Ama bu beni kötü hissettirmezdi... Çünkü önceliğim bu değildi.

Şimdi neden öyle değil?Hayatta güzelliğin gerçekten önemli olduğunu farketmem mi acaba?Neden herkes daha güzel olmak için bu kadar uğraşıyor? Kremler botokslar, ameliyatlar eskisinden daha güzel olmak için. Çünkü artık güzellik insanın hayatını diğer bütün şeylerden daha kolay değiştirebiliyor.

Mesela bakın Hülya Avşar’a. Gerçekten güzel bir kadın olmasaydı, köyünden çıkıp Türkiye’nin en önemli kadın starı olabilir miydi? Tabi akıllı olmasının etkisi çok. Önüne çıkan fırsatları değerlendirmesi ve kıvrak zekası. Ama kaç kişi var onunla aynı belki daha üstün yeteneklere sahip ama güzel olmadıkları için bu kadar başarılı- medyatik olamayan. Başarısını eski hayatı ile yeni hayatını karşılaştırarak ölçüyorum tabiki. İnsanın başarısı kendi potansiyelinde katettiği yoldur bence. Dersanede hademelik yapıp sonra dersane sahibi olanlar da çok başarılıdır mesela...

Ama kadınlar için durum ayrı. İşinde ne kadar yükselsen de para kazansan da güzellik başka birşey. Ben mutlu olmadığımda hemen burnuma takıyorum mesela. Gerçekte hayatımda istediklerimi yapamadığım zamanlarda aslında burnum daha güzel olsa yapardım diyorum. Ya da eskiden güzel olmak tek başına yeterli değildi. Ahlaklı, çalışkan ve zeki olmak da gerekiyordu... Şimdi bir sürü değer kutuplara göç etti, yerine sadece güzel ve çekici olmak oturdu. İnsan komplekse girmeden yapamıyor vallahi. Televizyonların da bir sürü güzel insanla dolması da cabası.

Tam bunları düşünürken ABD’den haber geldi. Hollywood yıldızları kadar güzel ve alımlı bir öğretmen 14 yaşındaki öğrencisi ile beraber olduğu için mahkemede yargılanıyordu. Mahkeme geçtiğimiz gün sonuçlandı, savcı suçlamalarını geri almıştı. Öğretmen, öğrencisinin ailesi ile çocukla 3 yıl boyunca görüşmeyeceğine dair anlaşma yapmıştı. Tabiki bu konunun kapanmasında öğretmenin avukatının “bu güzel kadının hapse atılmasını ,aç aslanların önüne taze et atmak” olarak nitelendirmesinin etkisi çoktu. Türkiye’de eminim o öğretmenin öğrencisi olmak isteyecek bir sürü insan çıkacaktır!
Ertesi gün ise benzer bir davadan yargılanan şişman, bakımsız ve güzel olmayan bir kadın aynı suçtan cezalandırıldı. Bunca yıldır televizyon dizilerinden hayranlıkla takip ettiğim, bizdeki yargı sistemi öyle olsaydı avukat olma hayalleri kurabileceğim Amerikan adaleti çuvalladı. Öğretmeni sadece ve sadece güzel ve masum görüntüsü yüzünden serbest bıraktılar. İlahi adalet sen de ne yanar dönersin! Öte yandan insan düşünmeden yapamıyor... Acaba Saddam’ın yerinde çok güzel bir kadın olsaydı acaba Irak halkı Amerika saldırılarından kurtulabilir miydi?

Ben doğru Onur Erol’a gidiyorum. Önce bir güzelleşiyim de sonra her ne yaparsam affedilirim diye umuyorum!

Yaş 27!!!

Kendimi bildim bileli müziğe karşı aşırı bir ilgim olmuştu. Yeni çıkan gruplar, şarkıcılar hep ilgimi çekmişti. Mtv başından kalkmadan üniversite sınavına hazırlanmış ve iyi bir bölüm kazanmış biriyim yani… Sonra Mtv’nin yayının kesilmesiyle birkaç yılım hüzünlü geçmişti! Rtük’ün benim gibi müziksiz yaşayamayan insanlara yaptığı en büyük kötülüklerden biriydi …
O zamandan beri dikkatimi çeken bir şey var. Rock müzikle uğraşan adamlar 27 yaşına gelince intihar ediveriyorlardı! Jim Morrison, Jimi Hendrix, Kurt Cobain, Jeff Buckley. Genelde bu olayın intihar mı , cinayet mi yoksa kaza mı olduğu pek belli olmasa da bir şekilde intihar ihtimali güçleniyordu.. Bunu anlattığım bir arkadaşımın eşi “O kadar gürültülü müziğe dayanamamışlardır “ demişti. Belki de bu sebepten herkes intihar ettiklerini düşünüyordu.
Jimi Hendrix ve Jim Morrison uyuşturucu yüzünden ölmüşlerdi. Kurt Cobain de uyuşturucu bağımlısıydı ama tüfekle intihar etti. Benim en çok sevdiğim ve bu konuyla ilgilenmemi sağlayan kişi Jeff Buckley ise bir gece yarısı Missisippi nehrinde yüzerken (kıyafetleriyle!) boğularak can vermişti. Onun hakkında da uyuşturucudan öldüğüne dair iddialar var.
Jeff Buckley, diğerleri kadar tanınmamasına rağmen ölümünden yıllar sonra bile albüm kayıtları yayınlanan, şarkıları ile anma geceleri yapılan internette hala “yeni” diye ürünleri satılan, melek sesli bir şarkıcıydı… Bu aralarsa James Blunt isimli İngiliz şarkıcıya merak saldım. Jeff Buckley’den sonra duyduğum en güzel ses…İkisi de içlerindeki, hayata karşı isyanlarını ve sonraki kabullenişi hem şarkılarında hem seslerinde farkettiriyorlar.
Kurt Cobain’i saymazsak bu 27 yaş intihar varsayımımı isimlerin J harfi ile başlamasına da genişletebiliriz. Umarım James Blunt 27 yaşını geçmiştir ve daha uzun yıllar dinleyebiliriz. Diğerleri Amerikalı’ydı, belki James İngiliz olduğu için de yırtabilir.

Klip Dünyası

Geçen gün televizyonda müzik kanallarını izlerken bir şey fark ettim. Şarkılarla klipler arasında ne kadar az alaka o kadar çok izlemek. En son Zeynep Dizdar’ın Zehir Gibi şarkısının klibini izledim. Şarkı bir ayrılığı anlatıyor, sözlerinin yalancısıyım. Ama sözlerle görüntüleri eşleştirebilmenin, beyinde bir algı karmaşasına yol açmamanın mümkünü yok…
Mesela kızcağız çok sevdiği birinden ayrılmış. “Ayrılık çok yeni daha bi hafta oldu biteli” diyor, o sırada görüntüde dans ederek spagetti pişirmeye çalışıyor. Hadi desem ki çocuk gelecek, barışacaklar ve yahut geçmiş günlerini hatırlıyor, değil. Sanki ohh iyi ki ayrılmışım zaten makarna yapmama da engel oluyordu bu adam, şöyle bir güzel makarnamı pişireyim de rahatça, afiyetle yiyeyim diye düşünmüş herhalde…
Sonra şarkı “her yanım delik deşik, o yanımdan gitti gideli” diye acılı çiğ köfte tadında yedikçe yiyesiniz gelir gibi, doz artırıyor. Peki görüntü nasıl ilerliyor? Kızımız yine aynı karavanda pasta yapıyor, kekin arasına koyduğu kremanın eline bulaşan kısmını diliyle temizliyor. Tabi musluk suyu kullananlar da olabilir ama bu görsel bir olay öyle musluk şarıl şarıl sularla filan olmaz… Her klibe ses getirecek bir görüntü lazım değil mi ama? Hadi bu sahneden, kız üzüldü, üzüntüden depresyona girdi, kendini tatlı yemeye verdi diyeceğim, ama görüntü de gözyaşını bırak, hüzün bile yok. Sanki gezeceğim , seveceğim görürsün bak sana neler edeceğim havası var…
Klipteki diğer absürdlüklerden de söz etmek gerekirse, kızımız minicik bir mutfağı olan bir karavanda yaşıyor. Böyle dağlarda tepelerde kamp kuruyor. Her genç kızımızın yaptığı gibi! Sevgilisinden ayrılmanın hüznü ile minik ve şirin mutfağında kendini yemek yapmaya adıyor. Ara sıra deniz kenarında yürümeye şarkı söylemeye çıkıyor ama göbek fora… İnsanın içi acıyor o rüzgarda üşütüp hasta olacak diye…

Peki ya Nalan’ın klibine ne demeli?

Bakıyorum bugünlerde beni hiç aramadın,
kendine göre bir yol çizmişsin hadi bakalım…
Eski günlerin hatırına dönmek istersen ya kapı ya balkondayım.

şeklinde bir nakarat bölümü var… Ama şarkıda ne kapı ne de balkon var… Sevgilisinin yolunu gözleyen kimse de yok. Bir kamyonetin üstüne atmışlar bir somya, kızla oğlan da somyanın üstünde kah gülüyorlar, kah kavga ediyorlar, kamyonda İstanbul’u turluyor…
Yönetmenler mi konuya karar veriyor yoksa şarkıcılar mı bilemiyorum ama kesinlikle başarılı oluyorlar. Kaç seferdir bu iki şarkıyı daha çok ilkini (daha dinlenir geldiğinden) izlerken şarkıyla klip arasında ufacık bir ilişki kurabilmek, hatta klibin şarkıdan bağımsız ne anlattığını anlamak için kafa patlatıyorum…Hala çözemedim…

Bu araştırmaların gözü kör olsun!

Fark ettiniz mi bilmiyorum? Son zamanlarda, kim oldukları belli olmayan, kendilerine bilim insanı denen bir grup insan ortalığı karıştırmak veya gündemi değiştirmek için abidik gubidik konuları araştırmaya başladılar. Bilim adam/kadınları araştıracak konu güçlüğü filan mı çekiyorlar? Çok enteresan araştırmalar duyuyoruz, okuyoruz. Yine gözünü sevdiğim bilim adam/kadınları bizim çok ilgilendiğimiz bir o kadar da şaşırdığımız konuyu araştırmışlar. “Bu adamlar bu kadınları nasıl buluyor? Kadına bak, adama bak!” diye hayıflandığımız güzel kadınların , onlara fiziksel olarak pek de uymayan, olasılıkla daha kısa, şişman, karizma fakiri, tipsiz bile denebilecek erkeklerle ne işi var diye düşündüğümüz durumları araştırmışlar ve işin sırrını çözmüşler…
Evet, erkekler güzel kadın istiyorlarmış! Tabi kadınlarda zengin erkek…Nihayet Türk magazin basınının ve toplumumuzun en derin yarası araştırıldı!. E, bunu bizde biliyorduk da nedenini araştıran beri gelsin! Siz o kadar bilim adamıyım, araştırmacıyım diye geçinin, bula bula bunu mu buldunuz yani?Hiç olmazsa sebebini de araştırsaydınız da insanlığa gerçek bir katkınız olsaydı… Ama merak etmeyin ben size kendi bilgilerimi aktaracağım…
Kadınlar neden zengin adam ister? Çünkü her kadın, bir şekilde etrafındaki diğer kadınlardan üstün olmak ister. Bu güzellikle, akılla, zenginlikle olabilir. Ama zengin koca bulursanız hem güzel, hem akıllı hem de doğal olarak zenginsinizdir! Güzelsinizdir çünkü para demek ; vakit demek (öğrendiğimiz ilk atasözlerinden, vakit nakittir ), vakit de bakımlı olmak demektir. Her kadın güzeldir, bakımlı olduğunda çıkarımından. Bakımlı olmak için de takar takıştırır , gerekirse gerdirir, yaptırır , bozdurup gene yaptırır. Böylece kendi güzelliğini devam ettirmek imkanına da sahip olursunuz. Akıllısınızdır çünkü herkes zengin koca bulduğunuza göre böyle olduğunuzu düşünecektir.Bir süre sonra size de güven gelir, havaya girersiniz yani…
Peki erkekler neden güzel kadın ister? Tabi ki de bakıp bakıp içleri açılsın diye! Sen hem zengin olacaksın, hem her şeyin olacak, hem de her gün çirkin bir yüze mi bakacaksın? Olmaz ki yani…Adamcağızlara da hak vermek lazım…
İşin gerçeği şu ki çok güzel bir insana da bir saat boyunca bakınca sıradan gözükmeye başlar, hatta kusurlar bulabilirsiniz, çirkin bir insana da aynı sürede bakarsanız gözünüze hoş gözükür. Çünkü insan gözü bir süre sonra her şeyi normalize eder. Önemli olan o insanla ilgili hislerinizdir.Artık gerçekten bilimsel araştırmalar duymak istiyorum diye düşünmeye başlamıştım ki yeni araştırma (!) haberi geldi. Erkekler, kadınlardan pismiş! E, pes yani…

Kadınlar...

Neden mutlu değilken hayali bir mutluluğun görüntüsüne inanmak isteriz?
Kadınların tamamı çocukluktan itibaren bir yuva kurma, evine ve çocuklarına bakma hayalleri ile büyüdükleri için kariyerlerinde her ne kadar başarılı da olsalar, çok iyi paralar da kazansalar , kimseye bağımlı olmadan yaşayabilecek durumda da olsalar da bir tek şeye bağlı kalıyorlar. Bir resme… Yalnız olmadıklarını gösteren, bir erkek arkadaş, bir sevgili veya bir eş. O resmin içinde yapayalnız olsalar da, objektife keyifle,huzurla bakamasalar da –dikkat aynı şekilde bakmaktan bahsetmiyorum- poz verebildikleri biri var sonuçta.

Oysa yalnızlık bu kadar kötü bir şey mi? Vazgeçmek bu kadar zor mu? Yeni birini bulmadan ayrılmayanlar, ayrılamayanlar, çektikleri acıları yeni birini bulana kadar çekmeye devam edenler, vazgeçemeyenler, kararsızlar hepsi yalnızlıktan, yalnız kadın olmaktan korkuyorlar.. Çünkü yalnız kalma düşüncesi aldatılmaktan, sevilmemekten, şefkat ve sevgi görmemekten daha kötü geliyor. Bu nasıl mümkün olabiliyor peki? Aklı başında herhangi bir kadından bu iki durum arasında bir tercih yapması istense büyük ihtimalle düşünmeden ayrılmayı seçeceklerini söylerler. Ama bekara “eş” boşamak kolay! İnsanlar, olaylar başlarına gelmeden önce düşündüklerini ve söylediklerini, o durumla kaşılaştıklarında nadiren yapabiliyorlar. Kadın mutlu olmadığı duruma son vermeden önce bir çok durumu hesap etmek zorunda. Maddi durumunu, duygusal durumunu ve de pek tabiki etrafın sorularını. Bu konu-komşu teyzelerle sınırlı olan bir durum değildir.Her yaştan her eğitimden kadınların en çok merak ettikleri şeydir bu. Ben senin iyi koca bulabilme ihtimalini merak ettim gibi birşey! Örneğin mesleği olan, kariyer basamaklarının başında bir kadın henüz evlenmemişken “hayatında biri var mı “veya “evlenmeyi düşünüyor musun” sorularını eminim ki erkeklerden 10 kat fazla duyuyordur. Böyle bir zorunluluk mu var?

Neden erkeklere hep işleri hayattaki hedefleri sorulurken, kadınlara ne sorulursa sorulsun en önemli şey ve sona bırakılan sohbet konusu özel hayatları oluyor? Çünkü hala erkeğin görevi evine bakmak, kadınınki de evi yönetmek. Bu çok kolay değişebilecek bir şey değil belli ki. Neden konuşmaktan en çok hoşlandığımız konu beğendiğimiz erkekler veya çözüm bulmaya çalıştığımız mayhoş ilişkiler? Belki böyle davranarak bu konuları hayatımızın merkezi haline biz getiriyoruz. Etrafında uyumsuz ve neşesiz ilişkiler, insanlar gören çocuklarsa başka türlüsünün mümkün olabileceğini dahi düşünemiyorlar. Belli bir yaştan sonra bunlar fark ediliyor. O zaman daha çok sorulma amacı bizim bulamadığımızı bulan var mı başka türlüsü mümkün mü?… Ama bu şansı bulan da söylemez pek, durumlar her an değişebilir çünkü. Nazar filan değer maazallah!

Sonuçta bu sorular boşandıktan sonra da devam ediyor. Boşandım, kurtuldum yok! Yeni sevgili ve eş adayları olmalı! Hayır kardeşim! Ben hayatımı yalnız geçirmeyi düşünüyorum, kendime göre planlıyorum ama birisi de çıkarsa karşıma olabilir diye düşünen bu olayı hayatının amacı haline getirmeyecek kadın yok mu? Elbette var da onları da anlayacak insan yok. Herkes bu uzaylı mı gözüyle bakıyor…Öncelikle kendi mutluluğunu düşünen, kendini adaklık görmeyen kadınlar. Birisine aşık oldukları için kendilerini unutan, bir erkek ona değer veriyor diye, sanki borçluymuş gibi her türlü fedakarlığı yapan kadınlar değil onlar…Kendi değerlerinin farkında ve fazla eyvallah demeyen kadınlar onlar. Hepimize o ruhtan biraz versin yarabbim!

Yazın Son Günleri ve Sivri!

İşte, yazın son günleri de geldi. Tatil sonrası sıcak bırakıp da soğuk bulduğum İstanbul’daki ilk gecelerden birinde saat 23.00 gibi yatmaya karar vermiştim. Yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen uyumuştum ki aniden bir kaşıntıyla uyandım. Anladımki yaz boyunca herhangi bir haşere tarafından bir kere bile ısırılmamış olan ben, -belki de sinek toplumunun aldığı yazı boş geçirdik telafi edelim kararı ile- yazın son günlerinde ve hava da soğumuşken , sinir bir sivri tarafından şişleniyordum. Hain sivri beni kaşınması en zor yerden ısırmıştı... İki ayak parmağımın arasının en derin noktasından! Bir süre kaşındıktan sonra yine uykuya dalmıştım ki bu sefer yüzümde ve az önce kaşınan yerde daha yoğun kaşınma isteği ile uyandım. Artık kaşınmak kaşıntıyı geçirmiyordu ve acı veriyordu. Kalktım ve banyoya gittim, ayağımı buz gibi soğuk suya tuttum. Biraz hafifledi ama sudan ayağımı çekince yine kaşıntı şiddetleniyordu. Bu arada aynaya baktığımda ne göreyim? Psikopat sivri bana botoks yapmaya karar vermişti! Sol yanağımda biri hemen elmacık kemiğimin üstünde diğeri çeneye doğru iki adet şişlik vardı!!! O anda hemen karar verdim bunu ödeyecekti pis sivri! Doğruca mutfaga gidip buzdolabındaki kolonyayı aldım bol bol yüzüme sürdüm, ayağıma döktüm ve güzelce kaşıdıktan sonra kolonyamı da yanıma alıp yatak odasına gittim. Saate baktığımda 24.00’dı. Adi sinek bana bir saatlik uykuyu bile çok görmüştü! Uykulu gözlerle -hatta tek gözümü uykuya geçmek kolay olsun diye açmadan - sineği aradım ama doğal olarak göremedim. İntikam alma isteğim uykuya yeniliverdi ve kendimi yatağa atıp her tarafımı iyice örttüm. Tam uykuya dalacakken kafamın etrafında vız vız şeklinde sortiler yapmaya başladı. Hemen yanıbaşımda duran kolonyama sarıldım, kapağını büyük bir hızla açarak çılgınca yatağa serpmeye başladım. Ve sonuç derin ve kaşıntısız bir uyku. Tavsiye ederim...

AYVALIK ve METAL FIRTINA

Yazın bitmesine yakın, sonunda biz de tatile çıktık. Ayvalık’a gitmeye karar verdik. Tek amacımız deniz+kum+güneş üçlüsü ile sıkı fıkı olabilmek olduğu ve bir önceki yaz Ayvalık ve çevresinde gezilebilecek her yeri gördüğümüz için otobüsle gitmeye karar verdik. Sekiz saat süren yolculuk sırasında gözlerimi açtığım her an otobüsün son sürat uçtuğunu farkettim. Şoför takometreyi mola yerinde unutmuş olmalıydı!

Neyse sağ salim Sarımsaklı’ya vardığımızda sabah serinliği karşıladı bizi. Hemen otelimize yerleşip plaja koştuk. Tatil kitabı olarak aldığım ve otobüste okumaya başladığım Metal Fırtına’yı da götürdüm plaja. Sürükleyici, gelişmiş tasvirlerle dolu, insanın elinden bırakamadığı bir kitap. Özellikle George Bush’un olduğu bölümlerde “bir insan bu kadar mı iyi tarif edilir canım?” diye düşünmemek mümkün değildi. İlk günümüz kendi sakinliği içinde geçerken, birden göğü yırtarcasına üstümüze doğru gelen F-16 sesleri ile irkildim. Metal Fırtına’nın etkisi ile bombalanıyor muyuz paranoyası ile büsbütün panikledim. F-16 geçişleri tatilimizin her gününde tekrarlanmasına rağmen ben her defasında “Bomba düşerse nereye düşer, kaçabilir miyim?” diye düşünmeden edemedim. Oysa bunlar rutin uçuşlardı... Yunan adaları ile bu kadar yakın olunca bu uçuşlar rutin oluyormuş! Sonra bir önceki sene de F-16’ların olduğunu hatırladım. Oysa ki o zaman bu kadar etkilenmemiştim.

Dönüş yolu ise başka bir sürpriz hazırlamıştı bize. Otobüse bindikten kısa bir süre sonra gül suyu ve/veya hacı yağı esanslı bir koku yayıldı. Zaman geçiyor fakat koku azalmıyordu hatta periyodik olarak gelmeye devam ediyordu. Beni aldı bi hafiyelik... Öndeki yaşlı amcaları kokladım ama koku onlardan gelmiyordu. Sonra daha önlerdeki yaşlı teyzelerden şüphelendim. Artık bu koku dayanılmaz mide bulantılarına sebep olmaya başlamıştı ki suçluyu bulduk! Bu bir oto parfümüydü ve reklamda dediği gibi “otomatik puff”luyordu. Hemen hostu çağırıp bu işkenceye bir son vermesini rica ettik. O da gururla bu parfümü (!) tüm araçlarında yani “filocak” kullandıklarını söyledi ve kapatırsa insanların kokularının bundan kötü olacağını iddia etti. Ama biz yılmadık ve ısrar ettik hatta ben bayılıyormuş gibi yaptım ve sonunda kapattırdık.

Evet, en iyi tatilin bile bir kötü tarafı var. Bitmesi...Benim tatilimde çabucak bitti. Ayvalık’a kadar gidip zeytinyağı veya en azından zeytin bile almadığıma, hatta aklıma bile gelmemesine hayıflanarak ve Metal Fırtına’yı okuyarak eve döndüm. Siz siz olun tatil kitaplarınızı iyi seçin.Yattığınız yerde (olasılıkla şezlong) büyük heyecanlar yaşamanız ve almanız gereken şeyleri unutmanız çok mümkün!
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...