En iyi film:
Inception
En iyi yönetmen:
Darren Aronofsky
En iyi kadın oyuncu:
Natalie Portman
En iyi erkek oyuncu:
Colin Firth
En iyi yardımcı kadın oyuncu:
Fikrim yok.
En iyi yardımcı erkek oyuncu:
Geoffrey Rush
En iyi orjinal senaryo:
Inception
En iyi uyarlama senaryo:
The Social Network
En iyi sinematografi:
Black Swan
En iyi kurgu:
Inception
"Ne kadar uzun sırıklara sahip olursak olalım, kendi ayaklarımızla yürürüz." Montaigne
27 Şubat 2011 Pazar
26 Şubat 2011 Cumartesi
Black Swan ve La Pianiste
Spoiler içermektedir. İzlemeyenlerin okumasını tavsiye etmem.
Bu senenin Oscar ödüllerine beş dalda aday olan Black Swan, Kuğu Gölü Balesi'nde baş dansçıyı oynamak üzere seçilen Nina'nın hikayesini anlatıyor. (Beyaz Kuğu Prenses Odette'in sevgilisi Prens, Siyah Kuğu Odile tarafından baştan çıkartılır ve Prenses bir kuğu bedeninde hapis kalır.) Nina oldukça yetenekli bir dansçıdır. Annesi de eski bir balerindir ve 28 yaşında Nina'ya hamile kalınca baleyi bırakmak zorunda kalmıştır. Annesinin aşırı baskıları sonucunda Nina "kusursuz" bir dansçı olmayı takıntı haline getirir. Kendine ve annesine zarar vermeye başlar, kontrolünü kaybeder ve çeşitli yanılsamalarla boğuşur.
Michael Haneke'nin La Pianiste'ini izleyenler bu konuyu hatırlayacaklardır. Baskın annesi tarafından mükemmel olmak için yetiştirilen ve çok iyi bir piyanist olan Erika, bastırılmış duygularını tatmin edebilmek için öğrencisi Walter'la tehlikeli bir oyuna girer ve kıskançlık sebebi ile en başarılı öğrencisinin yaralanmasına sebep olur. Öğrenci-öğretmen ilişkisi Black Swan'da da Nina'nın balenin sanat yönetmeni Thomas'ya aşık olması ile kendini gösterir. Her iki karakter de (Nina+Erica) ruhlarındaki baskıya karşılık bedenlerine acı vermektedirler. Her ikisinin de hiç arkadaşı yoktur.
Hikâyenin buradan sonrası değişmekte; Nina hem Beyaz Kuğu'yu hem Siyah Kuğu'yu oynamalıdır. Beyaz Kuğu için çok uygun olan Nina, Siyah Kuğu için kendi iç dünyasında da bir değişime uğramalı, annesinin kontrolünden çıkıp hayatın diğer boyutlarına karışmalıdır. Erika ise artık kontrol edilemez tutkusu ile Walter'ın da dengesini bozmuştur ve şiddete maruz kalır.

İki filmin sonu da benzerlikler gösteriyor. Erika öğrencisinin yerine piyano resitaline çıkacağı akşam kendisini omzundan bıçaklar, gösteriye çıkmaz ve gösterinin yapılacağı binayı terk eder. Nina da perde arasında kendi yansıması ile girdiği bir mücadelede kendisini kırılan cam parçalarından biri ile karnından yaralar( bıçaklar) ve rolünde çok başarılı bir şekilde dans eder ve son sahneye kadar kimi yaraladığını anlamayız.
Sonuç olarak iki konu birbirine yakın olsa da Darren Aronofsky'nin bazı yerlerde insanı oldukça rahatsız eden çekimler yaptığını söylemeliyim.
Etiketler:
Black Swan,
Darren Aronofsky,
film,
La Pianiste,
Michael Haneke
Bir mim ve bir ödül
O.K.A.- MAVİ TUTKU Yaşamın Geniş Özeti'ni okumayı en sevdiği bloglar arasında gösterip ödüllendirmiş. Çok teşekkür ediyorum. Benim sevdiklerim ise sağda. Sevgili İmge de mimlemiş, ona da teşekkür edip, hemen sorulara geçiyorum.
1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:
Şöyle güzel ve yoğun bir şekilde kar yağıp, yolları kapatırsa hem sevinirim hem de şok yaşarım. Böylece işe kısa bir mola vermiş oluruz üstelik de yıllık izni kullanmadan :)
2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:
Pek öyle bir şey olmuyor, yani alamadığım bir şey uykumu kaçırmaz ama henüz aldıklarımı bitiremediğim için yeni kitap alamadığım zaman gün içinde aklıma geliyor. Bu duruma rağmen ertesi günlerde alıp, okumak için kendi kafamda olan sırayı sık sık bozduğum da oluyor.
3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:
Çok tatlı düşkünü olmamama rağmen güzel bir elmalı turta yanında çay :)
4-Uğurun var mı, uğurun?
Yok.
5-Kendine en yakıştırdığın renk:
Gülüş pembesi.
6-En sevdiğin takın:
Küpeler, bayılırım küpeye ve çeşit çeşit yüzükler tabi :)
7-Takıntın?
Günlük planlarımın sekteye uğraması rahatsız eder.
8-Bavulum çoktan hazır, gitmek istediğim şehir, ülke?
Trenle Eskişehir...
9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:
Deniz Seki- Sahici
Zaz- Les Passants
Concha Buika- No Habra Nadie En El Mundo
10-Solunda ne var?
Televizyon, koltuklar ve pencereden gözüken karşı apartmanların manzarası, La Pianiste dvd'si.
Ben de mim'i yollayayım aslında baştan karşı olmama rağmen eğlenceli geldi. Efendim bu mim'i Momentos, Hayal Kahvem, Sonbahar da cevaplasın isterim.
1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:
Şöyle güzel ve yoğun bir şekilde kar yağıp, yolları kapatırsa hem sevinirim hem de şok yaşarım. Böylece işe kısa bir mola vermiş oluruz üstelik de yıllık izni kullanmadan :)
2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:
Pek öyle bir şey olmuyor, yani alamadığım bir şey uykumu kaçırmaz ama henüz aldıklarımı bitiremediğim için yeni kitap alamadığım zaman gün içinde aklıma geliyor. Bu duruma rağmen ertesi günlerde alıp, okumak için kendi kafamda olan sırayı sık sık bozduğum da oluyor.
3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:
Çok tatlı düşkünü olmamama rağmen güzel bir elmalı turta yanında çay :)
4-Uğurun var mı, uğurun?
Yok.
5-Kendine en yakıştırdığın renk:
Gülüş pembesi.
6-En sevdiğin takın:
Küpeler, bayılırım küpeye ve çeşit çeşit yüzükler tabi :)
7-Takıntın?
Günlük planlarımın sekteye uğraması rahatsız eder.
8-Bavulum çoktan hazır, gitmek istediğim şehir, ülke?
Trenle Eskişehir...
9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:
Deniz Seki- Sahici
Zaz- Les Passants
Concha Buika- No Habra Nadie En El Mundo
10-Solunda ne var?
Televizyon, koltuklar ve pencereden gözüken karşı apartmanların manzarası, La Pianiste dvd'si.
Ben de mim'i yollayayım aslında baştan karşı olmama rağmen eğlenceli geldi. Efendim bu mim'i Momentos, Hayal Kahvem, Sonbahar da cevaplasın isterim.
16 Şubat 2011 Çarşamba
Eski bilinmezlik, yeni tanıdıklık
"Eski iyi şeylerle değil, yeni kötü şeylerle işe başlamak yeğdir." Bertol Brecht
"Yarın düşüncesi olmayan biri, hangi yöne bakarsa baksın, bilinmeyeni değil yalnızca tanıdık olanı arar." Aslı Erdoğan- Taş Bina ve Diğerleri
* Resim: Alex Andreyev
"Yarın düşüncesi olmayan biri, hangi yöne bakarsa baksın, bilinmeyeni değil yalnızca tanıdık olanı arar." Aslı Erdoğan- Taş Bina ve Diğerleri
* Resim: Alex Andreyev
15 Şubat 2011 Salı
Yaklaşık Olarak Mutlak - Gökhan Özgün
Eski zaman. O zamanlar, 'aşka âşık olmak' henüz bir kadın dini haline gelmemişti.
Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı.
Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü.
O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum.
İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz.
Küçücük bir sınıf.
Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar.
O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş.
Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir.
Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor.
Görünmeye çok alışmış.
Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor.
Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi.
Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor.
O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış.
O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına.
Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'.
Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak.
İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak.
O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor.
"Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana."
O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor.
"Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?..
Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular.
Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar.
Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından'
memnun, mesut, sırıtıyor.
Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor.
O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor.
Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi.
Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim.
Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim.
Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum.
Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır.
'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince.
O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için.
Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin.
O gün ben de güldüm sana. Affet beni.
Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum.
"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar."
İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşsiz bir sevgililer günü hediyesi.
İki gün rötarla…
Gökhan Özgün/Radikal - 17/02/2008
Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı.
Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü.
O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum.
İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz.
Küçücük bir sınıf.
Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar.
O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş.
Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir.
Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor.
Görünmeye çok alışmış.
Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor.
Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi.
Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor.
O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış.
O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına.
Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'.
Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak.
İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak.
O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor.
"Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana."
O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor.
"Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?..
Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular.
Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar.
Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından'
memnun, mesut, sırıtıyor.
Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor.
O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor.
Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi.
Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim.
Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim.
Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum.
Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır.
'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince.
O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için.
Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin.
O gün ben de güldüm sana. Affet beni.
Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum.
"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar."
İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşsiz bir sevgililer günü hediyesi.
İki gün rötarla…
Gökhan Özgün/Radikal - 17/02/2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)